26 Şubat 2011 Cumartesi

Az liraya çok çeşit, güzel yemek: Ali Rıza Sofrası

Bir süredir esnaf lokantalarını yazmıyordum, ihmal etmiş olduk, Ali Rıza Sofrası’yla Kadıköy’deki esnaf lokantalarına devam edelim.

Ali Rıza Sofrası, Moda Caddesi gibi işlek bir cadde üstünde, bu uzun caddenin Kadıköy Çarşı’ya görece yakın bölgesinde bulunan, buralarda meşhur bir esnaf lokantası. Geleni gideni çoktur, ayrıca müdavimi olmasa bile yemeklerini en az bir kez tecrübe etmemiş olanı herhalde hemen hiç yoktur. Sık sık düzenlediği “şu kadar çeşit yemek az lira” kampanyaları sayesinde cebi delik olanların acıktıklarında kafalarında yankılanan ilk isimlerden biridir, sanırım.

Ali Rıza Sofrası, gündüzleri ucuza öğününüzü yemek, geceleri bilhassa işkembenizi içmek, sabah erken saatte de sıcak bir çorbayı kahvaltı niyetine içmek için uygun bir yer.

Genişçe cephesindeki kapıdan girince, uzunlamasına 7-8 adet dört kişilik masanın sığdığı, yüksek tavanlı ferah bir mekânla karşılaşırsınız. Girince hemen sağ tarafta üst üste yığılmış tepsilerden bir tane kapıp yemeklerinizi ala ala self servis bandında ilerler, kasaya paranızı ödeyip masanıza geçersiniz. Self servis sisteminin esnaf lokantalarında bulunmasını her zaman garip karşılamış olsam da, çoğunda katı bir self servis rejimi uygulanmıyor oluşu da, aslında bir başka açıdan Türk’ün teknolojiyle imtihanı kategorisinde değerlendirilebileceği için hoşuma gider. Yani, direkt masaya oturup garsona da verebilirsiniz siparişinizi. Ali Rıza da böyle yerlerden biri.

Bununla birlikte, esnaf lokantasında yemenin en keyifli anlarından biri üstünde buhar tüten yemeklerin başında durup seçmek olduğundan, tepsiyle aheste aheste ilerlemekte de sakınca yok. İlk aşamada, her gün dört çeşidi bulunan çorbalardan mercimek, ezo gelin, tavuk suyuna şehriye, yayla, işkembe veya kelle paçadan birini tepsinize koyuyor, o esnada ırk, din, dil ve milliyet ayırmaksızın herkese “Toprağım” diye seslenen ustamızın yönlendirmesiyle pirinç pilavı, bulgur pilavı veya makarnadan birini seçiyor ve ana yemekler kısmına ilerliyorsunuz. Her gün yaklaşık on çeşit çıkan ana yemeklerin içinde esnaf lokantası deyince aklınıza gelebilecek tüm türler bulunuyor. Onu da aldınız; sonrası salata, cacık veya tatlı (mesela fırın sütlaç)… Paranızı ödüyor, çatal kaşığınızı da alıp masaya geçiyorsunuz.

Ali Rıza Sofrası’nda para ödeme mevzuu, henüz yemeğe geçmeden önce sizi ilk memnun edecek noktalardan biri. Zira biraz önce bahsettiğim kampanyalarından biri, şu anda yine var: Dört çeşit yemek 8 TL. Çorba, pilav veya makarna, bir ana yemek, bir de salata veya cacık alıyor, kasada sadece 8 lira bayılıp masanıza geçiyorsunuz. Gayet güzel. Bu dört yemek normalde de 11-12 lira aralığında bir şey tutuyor, o da fazla değil aslında, ama o kadar yemeği 8 liraya yemek, takdir edersiniz ki, yemeğe her gün para ayırma söz konusu olunca çok güzel bir durum.

8 TL'lik bir tepsi...

Yemek tezgâhlarının hemen arkasında yemeklerin tek tek fiyatlarının listesi asılı. Sanırım bu “8 TL” kampanyası nedeniyle pek rağbet görmüyor olacak ki, fiyatların yarısı listenin üstüne asılmış ruhsat nedeniyle görünmüyor! Kimse için mesele olmadığı açık, benim için de dert değil. Herkesle derhal hemşeri samimiyeti kuran ustamız, yine istisnasız herkese “bak, sana bol kepçe koyuyorum ha” demeden önce, dört çeşidin 8 lira olduğunu da mutlaka hatırlatıyor, öyle yemeyecek olanları da dört çeşide yönlendiriyor. Bu yönlendirme konusunda gençlere ayrı bir ihtimam gösterdiğini de eklemeliyim.

Ustamızın “bol kepçe” lafını, kendisinin Ali Rıza Sofrası’ndaki samimiyet havasını yükseltiyor oluşunu betimleyebilmek için vurguluyorum, öyle söylemese bile Ali Rıza’nın porsiyonları sahiden bol kepçe. Çorba ve pilav mühim değil, o çok yerde boldur, ama söz konusu ana yemekler olunca normalde esnaf lokantalarının “illüzyonlu tabaklar”ı (tıklım tıklım dolu gözükmesinin sebebi derinliklerinin azlığı olan tabaklar) devreye girer; Ali Rıza’da ise ustamız sahiden Allah ne verdiyse yüklüyor tabağa.

Ali Rıza'da tavuk çevirme de var. Tabii, Ali Rıza'nın müdavimi olan esnaf ve çalışanlar için favori menü "Dört çeşit 8 lira". (Fotoğrafları biraz zor çektim, zira ben çekmek ve aynı zamanda da Ali Rıza Sofrası çalışanlarına çaktırmamak zorundaydım! Gizli gurmeliğin zor yanları!..)

Gözümüz rahat, cebimiz rahat, masaya oturduk; gelelim yemeklere. Çorbalardan başlayalım: Yayla çorbası sahiden güzel; rengini, kıvamını, tadını mis gibi vermişler. Mercimek ve türevleri vasat, ne iyi ne kötü diyebileceğiniz cinsten, yemeğe başlamak ya da içinizi ısıtmak için içebileceğiniz ama aklınızda kalmayacak türden. Tavuk suyuna şehriye çorbası, içine kattıkları sebzelerle güzel bir görünüm arz ediyor, tadı da çoğu esnaf lokantasında içebileceğinizden daha leziz. Ama vitrininin bir kısmını tavuk çevirmeye ayırmış bir lokantada içinde daha fazla tavuk bulunan bir çorba bekliyorsunuz. Bu, benim beklentim tabii, mantıklı bir şey de olmayabilir. (Bu arada, Ali Rıza Sofrası’nda tavuk çevirme bulunduğunu da yazmış olduk. Fakat ne yedim ne de fiyatına dikkat ettim, o da başka sefere artık.) İşkembe ve kelle paça için bir şey diyemeyeceğim, zira ben, bunları gece vakti canı çeken, içki meclislerinin peşinden masasına getiren bir kültürün evladıyım, her ne kadar içkiden sonra işkembe ve kelle paçanın (hem içkili mide hem de işkembe çorbası açısından) yanlış bir seçim olduğunu bilsem de alışmış-kudurmuş kanadından geriye bir türlü gelemiyorum. Üstelik, bunları içeceğim vakit de, sadece salt yanaktan yapılmış kelle paça içmeye özen gösteririm, onu da yapan bir iki yer var, onlara giderim. Şu anda bu yazıyı okuyanlara da sırf yanaktan yapılma kelle paçayı hararetle tavsiye ederim. Her neyse, kendimizi anlatmayı bırakalım; Ali Rıza’nın işkembe ve kelle paçasıyla ilgili bugüne kadar etrafımdan kötü bir şey işitmediğimi not düşeyim, lokantanın gayet temiz bir yer olduğunu da (işkembe için mühimdir) ekleyerek kararı size bırakayım.

Ana yemeklerin etli olanlarında etten kısmıyorlar. Tabağınızda bir hayli et görüyorsunuz. Veya fırında köfte gibi yemeklerde tabağınıza numunelik köfte koyup gerisini patates ve domatesle doldurmak gibi bir numaraya da kaçmıyorlar, irice köftelerden en az dört beş tanesi tabağınızda oluyor. Esnaf lokantalarının etli yemekleri, bazen etin tazeliği sorunundan fakat çoğunlukla yemeğin yapılma biçiminden veya etin kalitesinden dolayı ağır olma riski taşır, bilirsiniz. Et taze olsa bile ya yemeğe koyun eti boca edilerek veya hayvanın normalde o yemekte kullanılmayacak kısımları doldurularak yemek ağırlaştıkça ağırlaştırılır. Koyun etine yatkın olan damak tatları bundan rahatsız olmayabilir, doğrudur, ama “az paraya et yiyorum işte, n’apayım” motivasyonu o kötü yemeklerin kabul edilmesinin esas gerekçesidir. Bugüne kadar Ali Rıza Sofrası’nda az yemek yemedim, sadece bir kez orman kebabının etini pek beğenmedim –biraz ağırdı–, geri kalanında ise şikayetçi olacağım bir durumla karşılaşmadım. Ali Rıza Sofrası’nın köfteyle hazırladığı yemeklerinde, örneğin fırın köftesinde, patatesiyle, domatesiyle güzel pişmiş, tadı yerinde bir yemekle karşılaşıyorsunuz, ama nedense köftelerini o yemeğe yakışacak kadar güzel hazırlayamıyorlar. Aşçı ustanın köfte formülünde bir sıkıntı var, sanırım. Ama bir yandan da, köftenin tadını baskınlaştırmak için baharata bulamak da önemli bir sorundur, çünkü genelde bozulmaya yüz tutmuş etler baharatla “tazelenerek” köfte olarak önünüze konuyor anlamına gelir! Hâsılı, öyle ahım şahım olmayan, ancak baharata bulanmadığı için de taze olduğundan emin olabileceğiniz bir köfte yemiş oluyorsunuz Ali Rıza Sofrası’nda.

Ustamız hâl hatır sorarken bir yandan da bol kepçe tabağınızı hazırlıyor.

Daha önce bahsettiğim “patlıcan kriteri”ni burada da devreye soktum. Maalesef Ali Rıza Sofrası’nda da patlıcanlı yemek yediniz mi ağzınız yüzünüz yağa bulanıyor! Üstelik bahsettiğim kızartma da değil, oturtma gibi yemekler. Güzel olsun diye önce yağda kızartıp peşi sıra mı yemeği şekillendiriyorlar diye düşünmedim değil. Öyle yapsan bile yağı bir tahliye edersin, değil mi? Ama yok. Şu ömrü hayatımda patlıcanlı yemekleri yağ içinde boğulmayan bir esnaf lokantası bulursam, gidip ustanın elini öpeceğim!

Ana yemekleri bir sonuca bağlarsak, Ali Rıza’da hem hesaplı bir şekilde hem de güzelce doymak için etli yemeklerini esas alarak büyük çoğunluğunu rahatça yiyebilirsiniz, diye bir özet cümlesi kurabilirim. Tepsimizdeki diğer tabaklar için de kısaca yorum yapalım. Ali Rıza’nın cacığı gözlemlediğim kadarıyla çoğu müdavimin tepsisinden eksik olmuyor. Bu nedenle de tezgâhtaki cacıklar sürekli tazeleniyor. Güzelce bir cacık olsa da, cacığın hasının güzel yoğurdun kendisinden, su eklenmeden yapılınca olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ali Rıza’nın yemekleri çoban salatasıyla daha güzel gidecek yemekler olmasına karşın lokantada çoban salatası yok, sadece yeşil salata var.

Ali Rıza'da, çorbalardan yayla, ana yemeklerden de özellikle etli yemekler güzel. Yemek sonrasında da hep taze olan çayını içmek, bu soğuklarda ilaç gibi geliyor.

Bu kadar hesaplı, bol kepçe, temiz ve lezzeti yerinde yemekler olunca, Kadıköy yöre esnafı için Ali Rıza Sofrası’nın vazgeçilmez olduğu rahatlıkla tahmin edilecektir. Etrafta iş gören altyapı ustalarından Moda’ya gittikçe biraz daha kalburüstüne kayan mağaza sahiplerine kadar her kesim Ali Rıza’da öğle öğününü yiyor. Lokantanın bulunduğu konum özellikle genç öğrenci kesiminin de sıkça kullandığı bir yol üstünde olduğundan, gençlerin biraz daha yukarıdaki Kadife Sokak (nam-ı diğer barlar sokağı) etrafında kümelenmiş büfeler-patsocular bölgesinden yırtıp sıcak yemek yemek isteyen kısmı Ali Rıza’ya uğruyor. Yukarıda da yazdığım gibi, bu kesim evrensel hemşerici ustamız tarafından iyi niyetle “dört çeşit 8 lira”ya yönlendirilmeye çalışılsa da ben her zaman olumlu sonuç alınmadığını birkaç kez şahsen gördüm. Birkaç genç arkadaş, ısrarla, enteresan bir tepsi oluşturup daha az yemeğe daha fazla para vermeye meyletti. Bu durumun karmaşık bir ekonomi ve sosyoloji mevzuu olduğunu düşünüyor ve konuyu uzmanlarına havale ediyorum, diyeceğim ama elbette öyle değil! Sorun, daha çok, annesinin sıcak yemeklerinden henüz uzaklaşmış ve dolayısıyla yemek konusunda apışıp kalmış bir gencin, tam bu esnada, burnu havada bir “üniversiteli genç” kimliği temelinde diğer “üniversitedaş”ları ile dahil olduğu kendi içine kapalı yaşam biçimi ve üniversite merkezli birkaç gettodan ötesini algılayamayan “hayat bilgisi”dir. Cafcaflı bir cümle oldu, biraz haddimizi aştık, ama şu örneği de verirsem hata yapmış olmayacağımı sanıyorum: Bahsettiğim ilginç tepsiyi oluşturan üniversiteli arkadaşlar daha çok birinci sınıftadır; üçüncü-dördüncü sınıf evrim aşamasına geldiklerinde, örneğin Ali Rıza Sofrası’nda, şöyle davranacaklardır: Dört çeşit yemek 8 TL olduğuna göre, dört çeşit etli yemeği tepsilerine dizip de kasada, örneğin, 20 TL hesapla karşılaştıklarında “Ama dört çeşit 8 TL diyorsunuz” itirazında bulunacak ve bu tavırlarının müthiş bir zekâ gösterisi olduğunu düşüneceklerdir. Ne demek istediğimi sanırım anlatabiliyorum. (Ayrıca, bu, yaşanmış bir örnektir!)

Esnaf lokantalarının güzel kısmı budur işte. Doğrusunu seçtiğinizde, iyi bir yemekten çok daha fazlasını bulabilirsiniz. Mideyle birlikte kafayı da doyuracak bir şeyler bulmak ne keyifli!

Bu arada, sizi ilk gelişinizden itibaren toprağı ilan eden ustamızın, iki üç seferden sonra nereli olduğunuzu soracağını, bu sorunun sorulmasıyla birlikte (cevap ayrımı gözetmeksizin), artık sizin de yemekten sonra çay teklifi yapılacak insanlardan biri olduğunuzu söylemeliyim. Bana sorarsanız, bu soğuklarda gayet güzel bir mevki!

Bu fotoğraflar mekânın görece boş olduğu bir zamanda çekilmiş olsa da mekân hakkında iyi kötü bir fikir veriyor, sanırız. Öğün vakitlerinde boş yer bulmak biraz zor, onu da hatırlatmak gerek. Bu arada, duvara asılı görünen televizyonda müzik kanallarından çok (özellikle bugünkü gibi hareketli günlerde daha da sık olarak) haber kanalları açık oluyor. Öyle olunca da, hâliyle, masalarda ve hatta masalar arasında sürekli gündem üzerine muhabbet dönüyor.

Ali Rıza Sofrası’nın önemli bir yönü de gece geç saatlere kadar açık olması. 24 saat midir, onu bilemiyorum, ama bu lokanta, geceleri çalışanlar ve demlenmeyi gece 12 gongunu vurduktan sonraya bırakanlar için mühim bir karın doyurma yeri. Hiç şüphe yok ki, işkembe ve kelle paça çorbaları tam olarak da bu saatlerde büyük bir önem arz ediyordur. Ali Rıza Sofrası, aynı şekilde, sabah da çok erken saatte açılıp kahvaltı niyetine çorbasını tezgâha yerleştiriyor.

Fiyatları son kez gözden geçirelim: “Dört çeşit yemek 8 TL” kampanyasında ana yemeklerden hangisini aldığınız fark etmiyor. Ama işkembe ve kelle paça çorbaları bu kampanyaya dahil değil; onların fiyatı 6 TL. Diğer çorbalar normalde 3 TL, pilavlar ile salata ve cacığa 2,5’ar lira veriyorsunuz. Kuru ve nohut 4 lira. Benim üstüne ruhsat asılmış fiyat listesinden ayırt edebildiklerim bunlar. Gerçi, dediğim gibi, 8 TL’ye mis gibi karın doyurmak olunca bunların pek önemi kalmıyor.

Moda Cad. No:72. Tel: (0216) 337 26 24

9 Ekim 2010 Cumartesi

Halitağa’da dönerci Bereket’i

GİRİŞ: BİR PARANTEZ
Burger King’in 12 ton hamburger etinin salmonella ve listeria bakterileri taşıdığının yazılıp çizildiği bugünlerde, etten bahsetmek içinizi açar mı, emin değilim. Ne de olsa, Burger King bu etleri kendi lokantalarında piyasaya sürmüş olabileceği gibi (ki yüksek olasılıkla böyle oldu), toptan et aldığı şirket aracılığıyla kıyma, sosis, sucuk haline getirtip başka yollarla sofralarımıza gönder(t)miş de olabilir. Burger King böylesi örneklerden biri, tek amacı daha fazla kâr olan şirketlerin kitlesel gıda üretimi yaptığında insan sağlığını düşüneceğini sanmak zaten safdillik olur. Yine de, “kirli, bozuk gıda” deyince Uğur Dündar tarzı gazeteciliğin sürekli yaptığı gibi, üç beş küçük pastane-büfe-fırın basıp oradaki böcekleri göstermenin ötesinde daha büyük tehlikelerin olduğunun bu kez ortaya çıkması iyi oldu. Küçük işletmelerdeki pisliklerin “ortaya çıkarılması”, temelde, insanların markalı ürünlere (ve dolayısıyla büyük şirketlere) yönelmesini sağlamak için yapılıyor. Bunu yazarken “Küçük olanlarda pislik yok,” demiyorum; elbette fazlaca var. Ama ellerindeki büyük güçle, kendilerini denetimden kurtaracak yasalar çıkarttırabilen –yoksa yatırım yapmazlar– , medyada kendi lehlerine haberler yayımlatabilen büyük (ve çoğunlukla küresel) şirketlerin kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermelerine de kanmamak gerekiyor. Özellikle gıda konusunda kitlesel üretim kendi başına çok riskli bir şeydir; bir de bunun üstüne bu şirketlerin bir bandından çıkan ürünlerin yine kitlesel olarak tüketilecek kadar çok olduğunu da göz önünde bulunduralım. Küçük işletmelerde, üç beş kuruşun peşinde pisliğin bin türlüsünü çeviren işletmeciler vardır, ama insan evladına bozuk yemek yedirmeyi vicdanı kaldırmayacak kadar insaflı insanlar da olabileceğine güvenebiliriz. Fakat iş, büyük paraların döndüğü büyük şirketlere gelince, onların yöneticilerinin paradan başka bir şeyi çok da umursayacaklarına güvenmek için hiç nedenimiz yok.
Uzun bir giriş oldu, fakat buna değinmeden “etli” bir konudan bahsetmek olmazdı.


GELELİM BEREKET DÖNER’E
Gelelim konumuza… Bereket Döner, benim bildiğim kadarıyla, vakti zamanında Beyoğlu’nda açtığı küçük dükkânda sattığı ucuz ve ilginç soslu döneriyle, ucuzcuların, parasızların, yemeğe çok para vermeyip parasını aslen biraya yatırmayı tercih eden öğrenci kesiminin uğrak yeri olan bir yerle başlayıp sonradan zincirleme büyüyen bir dönerci. (Belki, daha önce başka yerlerde lokantaları vardı, bilemiyorum, öyleyse cehaletimi bağışlayın; ancak yazının esas konusu “Bereket Döner’in Tarihi” olmadığı için bu cehaletim mazur görülebilir sanırım.) Dönerinin ucuzluğu kadar imajı da şöhret kazanmasında etkili olmuştu. “Biz İslâmî bir işletmeyiz”i net bir şekilde gözünüze sokan, çalışan herkesin uzun sakallı olduğu bu imaja Ramazan aylarında dükkânlarını iftardan önce açmayarak tavır da eklemişler, ancak çok ucuz olan dönerleri ve diğer yiyecekleriyle kozmopolit Beyoğlu’nun her türden insanının da uğramaktan vazgeçemediği bir yer olmuşlardı.

Bereket Döner, Halitağa Caddesi'nin peş peşe açılan mekânlar sayesinde büfeler cennetine dönen bölgesinde...

Döneri ise ucuz olduğu kadar kötüydü de. Kesinlikle ağır kokardı. Ne olduğunu tam anlamadığım sosları da kötüydü ama o sos sayesinde dönerin ağır kokusunu bastırıyorlardı. Çivi çiviyi söker taktiği, sanırım! Ayrıca, çalışanlar çok uzun sakallı oldukları için, yediğiniz yemekten uzun bir kıl çıkması da çok şaşırtıcı değildi. Tabii, bunu bir avantaj olarak da değerlendirebilirsiniz; çalışanların kafa ve yanaklarındaki kılların daha kısa olduğu yerlerde yemeğinizdeki kılları görememe ihtimaliniz var, buradakinde hiç olmazsa gözünüze çarpıyordu. (Cümlemdeki ironik havaya bakmayın, sahiden kısmen avantaj olma durumu var!)

Kısacası, keşke dinî hassasiyet ve tavırlarında gösterdikleri özeni biraz da yiyeceklerinde gösterselerdi, diyeceğiniz bir yerdi. Bununla birlikte, yine döneri kadar ünlü ve ucuz olan yayık ayranları dönerleri kadar kötü değildi. Biraz ekşimiş olurdu, o kadar. Kanaatim, dönerleri de dahil olmak üzere yemeklerindeki kötü yönün, önemli ölçüde çok ağır ve yağlı bir üsluplarının olmasından kaynaklandığı yönünde.

Bereket Döner, sonraki yıllarda, İstanbul’un pek çok yerinde (ve muhakkak ki başka illerde de) şubelerine rastlayacağınız bir zincir restorana dönüştü. Önceki yıllarda Kadıköy’de de bir şube açmışlardı, ama ne olduysa kapandı orası.

Yakın zamanda, Halitağa Caddesi’nde bir şube daha açtılar. Caddenin tam ortasında, sayıları gün be gün artan mekânlar sayesinde yavaş yavaş büfe ve dönerci cennetine dönen bölgede… Halitağa Caddesi No: 24-A’da Bereket Döner ikamet ediyor. Eh, biz de bir hayırlı uğurlu olsuna gittik tabii.


Mekân, ışıklandırmasından dekorasyonuna kadar her şeyiyle "ben bir restoran zincirinin şubesiyim" diyor.

Geniş, uzunlamasına da giden büyük bir mekân, Halitağa’daki Bereket Döner. Bir üst katı da var. Mekân, ışıklandırmasından dekorasyonuna kadar “biz bir zincir restoranın şubesiyiz” izlenimini hemen veriyor. Tezgâhını self servis tarzında yapmış olsalar da, sipariş de servis de masada hallediliyor.

Sermaye büyüyünce imaj da değişmiş sanırım. Daha nötr bir görünüm arz ediyor işletme. Şimdiye kadar bir yanlış anlama oluştuysa (ki sanmıyorum ama) söyleyeyim: Benim adamın sakalıyla, şuyuyla buyuyla hiç derdim yok –kimsenin de olmaması gerekir– yemek yiyeceğim yeri “laik mi İslâmcı mı” kaygılarıyla seçecek kadar kafayı yemedim henüz, sattıkları yemeği güzel yapsınlar yeter. Ancak Bereket Döner bilhassa bu yönüyle kendini tarif etmeyi en baştan tercih ettiği için bu “değişim”i vurgulamam gerekiyor. Örneğin şu da dikkatimi çekti: Bereket Döner’in bu şubesi açıldığında Ramazan ayındaydık. Kepenkleri açtıkları gün, vitrine “Ramazan’da iftarda açığız” yazısı asıp dükkânın siftahını iftarda yapmayı tercih etmişlerdi. Böyle birkaç gün geçtikten sonra ise, hâlâ Ramazan’da olmamıza rağmen, o yazıyı kaldırdılar, hatta bir baktım, dışarı attıkları masalarda yiyor insanlar dönerlerini. Bir ihtimalle, henüz yeni açtıkları için Ramazan’ı da bahane ederek “prime time’da satış yapalım, bu arada eksikleri tamamlarız” diye düşünmüş de olabilirler, ama Bereket Döner’in “kurumsal” kimliği bu ihtimali azaltıyor. Geriye bir ihtimal kalıyor: Para sen nelere kadirsin! Bereket’in klasik tavrı, Halitağa’da pek tutmadı demek ki.

İnsanların karnını doyurduğun yere yemekten çok daha fazlasına denk düşen anlamlar yüklersen, mekânını yorumlayan adam da böyle bir türlü yiyeceğine getiremez konuyu işte! Neyse, getirelim artık: Bu Bereket’in dönerinin eski Bereket’le bir ilgisi yok. Çok daha güzel, tadı yerinde sayılabilecek bir döner veriyorlar. İnternet sitelerine bakarken gördüm ki, Bereketçiler işi bir hayli büyütüp toptan döner satışı şirketi olmuşlar. Bu arada da, o eski ağır dönerlerinin kötü olduğunu fark etmişler sanırım. Halitağa’da kendilerinin “karışık” tabir ettikleri “yaprak et-kıyma karışımı döner” satıyorlar. Eski Bereket’ten iyi olsa da, harika bir döner değil. Zaten, artık ucuz bir yer de değil Bereket Döner. Pide döneri 6 liradan veriyorlar. Tamam, içindeki et az değil (75 gram), ama nihayetinde ucuz da değil.

Döner siparişi verirken “Sos koyuyor musunuz?” diye sordum, Bereket’in o garip sosuyla da meşhur olduğunu bildiğimden. “İsterseniz koyarız” dediler ama hiç cesaret edemedim tabii! Bugüne dek iki kez gittim Halitağa Bereket’e; ikincisinde “Döneri fena değildi, acaba sosunu da denesem mi?” diye düşündüm, ama yok, yapamadım! Beş on kez daha gitsem de denemeye niyetli değilim. Nihayetinde karnımızı doyurmaya gidiyoruz! Bir gün oranın sosunu yemeye cesaret eden olursa, lütfen bir yorum göndersin. Belki sosları da çok değişmiştir, adamlara boşuna haksızlık etmişizdir.

Döneri, dediğim gibi, “fena değil” kategorisine girer. Ama pahalı kategorisine de girer. Pide dönerimin yanında ayran istedim. Yayık ayranları yine var; onu sipariş ettim tabii. Bana hiç de yayık ayran gibi gelmedi. Herhangi bir yerde içebileceğiniz alelade bir açık ayran işte. O da 2 lira.

Bereket'e ikinci gidişimde, saatten dolayı olsa gerek, mekân bir hayli boştu. Dolayısıyla herkes benimle ilgilendi, şımardım doğrusu! Yemeğiniz biter bitmez garson çay ikram etmek istiyor, güzel bir jest, ama bu kadar parlak bir mekânda yemeğin üstüne çay içecek kadar uzun süre oturmak insana hiç çekici gelmiyor. Bu, sadece Bereket'in "parlaklığı" değil elbette, zincir restoranların çoğu mekânlarını nedense böyle hazırlıyor, bu da insana kendisini hastanede hissettiriyor!

Halitağa Bereket’in tezgâhında salata açık büfesi var. Salataya 4 lira fiyat biçmişler, sanırım oradan keyfinize göre tabağınızı dolduruyorsunuz. Et ve tavuk döner dışında bir yemek yok. Ki bence hiç de fena fikir değil. Orası tam olarak dönerci işte. Keşke dönerlerini biraz daha güzel yapsalar. Bu şekildeyken 6 lira vermek insana koyuyor.

Gelelim temel fiyatlara: Et dönerde, pidenin 6 lira olduğunu yazdım zaten, dürüm döner 7 TL, baget döner 5 TL, porsiyon 10 TL, pilav üstü 11 TL, iskender 12 TL. Tavuk dönerde, pide 3, dürüm 4, baget 2,50 TL; porsiyon 6, pilav üstü ve iskender ise 7,50 TL.

İçecekler 1,50 ile 2,50 arasında değişen fiyatlara sahip. 3 liraya çorba, yine 3 liraya patates kızartması veriyorlar. Tatlı yiyecekseniz, 3 liraya kemalpaşa, 4 liraya sütlaç, 5 liraya künefe veya kadayıf yiyebilirsiniz. Hiçbirini denemediğim için sadece fiyatlarını veriyorum. Bir de, yine denemediğim kahvaltı tabağı var, onun da fiyatı 7 TL.

Bereket’in döner çeşitleri ile içecek ve patatesten oluşan menü fiyatları da var ki bunları beraber yiyecekseniz toplam fiyatlarından daha uygun bir miktara çekiliyor vereceğiniz para.

Telefon: (0216) 550 58 58

6 Ekim 2010 Çarşamba

Tabana, sırta ve boğaza kuvvet: Simitçi Abdullah Abi

Ağız alışkanlığıyla topuna birden “simit dünyası” adını verdiğimiz büyük simit dükkânları açılalı ve seyyar simit tezgâhları da belediye mührü taşımaya başlayalı beri, sırtına üç ayaklı tezgâhını yükleyerek dolaşan simitçileri daha az görür olduk. Belediye damgası taşıyan simitçilerin arabaları da hiç dolaşmıyor ya, hepsinin yeri yurdu belli, sabah gelip açıyorlar tezgâhı, akşam da dükkân kapatır gibi kapıyorlar.

Simit, sevmeyeni az olan bir yiyecek. Sadece öğün geçiştirmek ya da açlık bastırmak için yenmiyor elbette; yanına “karper” peyniri açıp sıcak çayınızı da aldınız mı, mis gibi bir kahvaltı veya ikindi atıştırması olur ki yeme de yanında yat. Ancak ne olursa olsun, simidin bir esprisi de “sokaktan alıvermek”tir. Çünkü, sokaktan alıverdiğiniz simit, pastaneden aldığınız simitten de evin yakınındaki ekmek fırınından aldığınız simitten de her zaman faklıdır. (“Pastane simidi” diye ayrı –daha çok sütlü– bir simit türü olması boşuna değil ya.) Evinizin yakınında tesadüfen bir simit fırını yoksa, “simitçiiyee” diye bağırarak dolaşan seyyar satıcıyı beklemek ve yakalamak zorundasınızdır.

Bağırışlarıyla meşhur Abdullah Abi, Yeldeğirmeni'nden Moda'ya Kadıköy'ü sabahtan akşama kadar adımlıyor.

Evet, simit fast food dükkânları aldı başını gitti, iyi iş yapıyorlar ki, koca koca dükkânlar açtılar. Hepsinin isimleri “simit dünyası” türevi isimler, ama simit dışında da çeşitli unlu mamul çıkardıkları için bir nevi yeni pastane işlevi görüyorlar. Hatta eski zamanların uslu flörtlerini betimlerken kullanılan “pastanede buluşma, limonata içip muhallebi yeme” metaforunun yerini, gittikçe, simit dünyasında buluşup börek çörek yiyerek çay içme almaya başladı. Bu mekânlarda simidi içine zeytin ezmesi sürülmüş, kaşar ve salam yerleştirilmiş şekilde yiyebiliyorsunuz, hatta doğrudan fırından sucuklu simit de çıkarıyorlar, ama ben bugüne dek çok güzel bir sucuklu simit ya da kaşarlı-salamlı simit yiyemedim! İçinde ne olduğu belli olmayan “sucuk”lar, merdiven altı tabir edilen “kaşar”larla, tatsız tuzsuz şeyler satıyorlar.

Neyse, simit dünyası mevzuunda bir kez daha görüldü ki, herkesin bildiği, sevdiği ve bu yüzden satış garantisi olan geleneksel yiyecekleri süsleyip püsleyip mutant yiyecekler üretmek her zaman iyi sonuçlar vermiyor. E, dükkânının tabelasına “simit” yazıyorsan, en iyi yapacağın ilk iş simidin kendisi olmalı. Ucuza mal edeceğim diye kötü yağlar, geçmiş susamlar kullanırsan böyle olur. Bakalım, “bir zamanlar simit dünyası diye simitçiler vardı, hatırlar mısın?” muhabbetleri ne zaman gelecek…

"Simit dünyası" türevi isimlerle açılan simit fast food'çuları her yeri kaplasa da, simidin iyisi hâlâ Abdullah Abi'de.

Bunca ahkâmı getirip esas konumuza bağlayalım: Sabahtan akşama kadar Kadıköy’ün altını üstüne getiren, tabana ve sırta kuvvet simit satan Abdullah Abimiz. İsmine aşina olmayabilirsiniz tabii, fakat onun ne dediği tam anlaşılamayan ama kesinlikle karakteristik haykırışlarını işitmemiş Kadıköylü zannımca çok azdır! Yeldeğirmeni’nden Moda’ya kadar bütün bölgeyi sırtında simit tezgâhıyla adımlar, adımlarken de boğaza kuvvet bağırır: “Yandiieee”, “yaniyeeeaaa”, “siCAK” “evet, gelDİ”, “siMİT” ve benim hâlen tam çözemediğim birkaç başka tanıtım sözcüğüyle daha, kendisiyle ilk kez karşılaşan insanları ürkütmek özelliğine sahiptir. “Ürkütmek” biraz abartılı olduysa, “uyandırmak”, “irkiltmek”, “yerinden zıplatmak” da diyebilirim.

Simasını, simidini ve bağırışlarını Kadıköy esnafı, kahvehane müdavimleri ve sokak gezginleri iyi bilir. Zaten kahvehanelere ve dışarı masa atılmış sokaklara girdiğinde, tezgâhını sırtından indirir, simitlerini tozdan korumak için kullandığı beyaz örtüsünü biraz açarak simitlerini sergiler ve elbette geldiğini belli eden bağırışlarını da sürdürür. Ben kendisiyle sık karşılaşırım, onun simidinin müdavimi olan mekân ve sokakları da bunca sene içinde iyi kötü gözlemledim; onun güzergâhında simit satan başka simitçiler (az da olsa varlar) oralardan hep sıfır satışla geçerler. Canı simit çeken onun nasılsa geçeceğini bilir, onu bekler. Hatta oldukları yerin yakınlarında “simit dünyası” dükkânlarından biri olsa bile fark etmez; simit ondan alınır.

Kadıköy'ün kahvehane müdavimleri ve esnafı simit alacakları zaman onun geçmesini bekler. Nasılsa, önce "yaniyeea" haykırışı, ardından da kendisi her gün mutlaka gelir.

Bunun sebebi sadece tanıdıktan alma alışkanlığı değil, Abdullah Abi’nin simitleri çok güzel. Tezgâhında bir iki düzine fazla kavrulmuş, üstü yanık simit de mutlaka bulundurur, onun da düşkünü çoktur zira.

Malumunuz, “simit” denen şey yapıldığı şehre göre değişir, İzmir simidiyle İstanbul simidini ayıran şey sadece isim farkı (gevrek/simit) değil, simidin yapım şeklidir de. Aynı şekilde, pastane simidiyle sokak simidi de tat olarak çok çok farklıdır. İşte, Abdullah Abi’nin simidi, tam anlamıyla İstanbul sokak simididir. Başka şehirden birilerine tanıtacaksanız, “işte budur” diye götürmeniz gereken örnek budur bence. İçinde simidin tadını ayrı bir mecraya çekecek kadar fazla süt, pekmez, mahlep veya benzeri yoktur, kıvamı ve gevrekliği çok iyidir.

Ben, Abdullah Abi’nin simidini aldığı simit fırınını hep merak etmiştim. Kendisine soracak kadar yüzsüz değilim tabii, fakat benimki “aktif merak” olduğu için, Kadıköy’ün ara sokaklarında kalmış simit fırınlarına rast geldikçe bir simit alıp denedim hep. Ve nihayetinde buldum. Bir ara sokakta ve küçücük bir ön cephesi olduğu için, fırının çok yakınında yaşayanlar haricinde pek kimsenin orayı bileceğini sanmıyorum. Ben de tarif etmeyeceğim tabii. Ama arada bir, canım da yürümek istiyorsa, o fırına uğrayıp simit aldığım oluyor. İki simit alıp parasını verme süresinde ne kadar çok şey gözlemlenebilir, orası ayrı, ama perakende satışa hitap etmeyen bir yer olmasına rağmen temiz olmaya özen gösteren, gelene gidene gayet nazik ve içten davranan bir yer olduğunu belirtmek iyi olur sanırım.

Tezgâhın üstündeki beyaz örtü simitleri tozdan kirden korumak ve simitlerin soğumasını yavaşlatmak için mutlaka örtülür, tezgâh yere konunca özenle açılır, hareket vakti yine kapanır. (Bu arada, fotoğraflarda Abdullah Abi'nin gömleklerinin değiştiğini fark etmişsinizdir. Fotoğraflar farklı günlerde çekildi, yoksa abimiz gün içerisinde kostüm değiştirmiyor!)

Benim gün içerisinde sıkça bulunduğum yerin yakınlarında da bir “simit dünyası” açıldı birkaç sene önce. Bu dükkânlar, Abdullah Abi ve meslektaşlarının işini düşürmüştür mutlaka. Zaten Abdulah Abi’nin de yıllar öncesinde kullandığı güzergâhı, bu simit dünyalarını dikkate alarak biraz değiştirmek zorunda kaldığının da farkındayım. Ama neyse ki, hâlâ sesini duyup simidini yiyebiliyoruz. Hatta tam bu yazıyı yazmaya başlamadan önce de geçti buradan, bir simidini alıp öyle oturdum yazının başına. Bana afiyet olsun. Abdullah Abi’yi çıkaramamış olanlar için de, bir gün elimde video kaydı yapabileceğim bir makine varken kendisine rastlarsam, mutlaka “yandiieee” bağırışını kaydedip yerleştireceğim buraya. O zaman “Haaa, tamaaaam” dersiniz muhakkak.

Son olarak, Abdullah Abi’nin simidinin 75 kuruş olduğunu da söyleyelim.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Halitağa’ya gidince mutlaka uğramalı: Arifler Sofrası

Halitağa Caddesi civarındaki yeme-içme yerlerini hiç yazmamıştık, oraların klasiklerinden biriyle başlayalım: Arifler Sofrası. “Klasik” deyince biraz da “eski” anlaşılır –ki yanlıştır– fakat Arifler o kadar da eski bir yer değil. 1998’de açılmış; ekonomik koşullar nedeniyle açılıp açılıp kapanan lokantalar düşünülünce, göreli olarak eski sayılabilir yine de! Aynı caddenin Kadıköy merkez tarafından girişindeki Niyazibey Sofrası’nın yaşıyla kıyaslanamazsa da bir istikrar tutturdukları belli.

Arifler Sofrası, kasvetli devlet binalarının tüm iticiliğini taşıyan Kadıköy Vergi Dairesi’nin tam karşısında, büyük turuncu tabelasıyla derhal göze çarpıyor. Zaten başta cadde yakınında çalışanlar olmak üzere Kadıköy’ün o paftasına aşina olanların bildiği ve karnını doyurduğu bir yer.

Arifler Sofrası, cadde üstünde, vergi dairesinin tam karşısında. Fotoğraftaki donuk havaya bakmayın; Temmuz ayında çektik ama şansımıza bir sonbahar mirası gün denk geldi. Neyse ki, ya telefonla konuşmakta ya da kulağını kaşımakta olan konu mankenimizin tişörtü, havanın ortlama sıcaklığını biraz olsun belli ediyor.

Esnaf lokantalarının bildik “dar cephe, içeriye uzunlamasına giden mekân” yapısıyla tarzına uygun bir lokanta. Aslında cephesi o kadar da dar değil, geniş bile denebilir, ama iç mekânı öyle uzun ve hatta arka tarafında da öyle bir genişliyor ki, içeriden bakınca cephesi dar kalıyor. İçeride onlarca masa var dersem, iç genişliği anlaşılır sanırım.

Arifler’de öyle çok sık yemek yemesem de önünden çok sık geçerim. Öğle vakitleri tıklım tıklım olmasa da dolar, genelde çalışanların öğle yemeği yeridir. Aynı bölge “dershaneler sokağı” olarak bilinir, o sebeple de öğrencisi bol bir caddedir, ancak ben öğrencilerin mekâna pek teveccüh ettiğini gözlemlemedim. Sanırım cadde üstünde yan yana dizilmiş olan büfeler daha çok rağbet görüyor bu kesim tarafından. Kötü yağda hazırlanmış abur cuburlar ve patsoların yanında, Arifler çölde vaha gibi dikiliyor.

Mekân içeri doğru uzuyor ve genişliyor. Öyle ki, tepsinizi alıp oturduğunuz yerden bakınca, yemek siparişini verdiğiniz giriş kısmı dar görünüyor.

Arifler Sofrası, sadece önünden geçerken acıktığınızı fark ettiğinizde şöyle bir dalıp yemek yiyeceğiniz bir yer değil, bence özellikle orada yemek için de gidilebilecek bir yer. Özenle hazırlanmış ve bol çeşitli yemekleri ile gayet uygun fiyatları en çekici yönü. Aklınıza gelecek sofra yemeklerinin çoğu, hemen hep bulunuyor. Ucuz bir yer olmakla birlikte hazırladıkları yemeklerin yağında, salçasında, kıvamında ve özeninde hiç ucuza kaçmıyorlar. Ara ara yaptıkları menü kampanyalarında bile, fiyatı bir hayli kırmalarına karşın yemeğin kalitesi düşmüyor. Bilen bilir, geçtiğimiz kış ayları boyunca hiç ara vermeden “üç çeşit yemek 7,50” (hatta tatlı da vardı sanırım) kampanyası vardı, o vakit de yemekleri aynı güzellikteydi.

Şu anda o tip kampanyaları yok, ama zaten fiyatları iştah açıcı! (Dışarıda, girişin hemen sağındaki tabelaya fiyatları da tek tek yazmışlar, girerken ne ödeyeceğinizi biliyorsunuz yani.) 2,5 liraya çorbayla başlayıp (mercimek çorbasını güzel yapıyorlar) 4 lirayla 7 lira arasında hemen her şeyi yiyebiliyorsunuz. Bence sadece kuru fasulye için 4 lira fazla; onun dışında, güzel bir orman kebabını 7 liraya yemek çok güzel bir imkân. Ya da, örneğin, her yerde bulamayacağınız sandal sefasını 5,5 liraya veriyorlar ki yeme de yanında yat. Yalnızca haşlama ve tas kebabı gibi etli yemekleri 10 lira sınırını geçiyor. (Bu arada “gibi” dedim ama bu ikisinden başka 10 lirayı geçen bir yemekleri yok, yanlış hatırlamıyorsam.) Hâsılı, 4-5 liraya gayet güzel porsiyonlar alabilirsiniz. Unutmadan: Kuru fasulyeye 4 lira fazla dedim, bununla birlikte Arifler’in kurusunun güzel olduğunu da belirtmeliyim. Az salçalı ve küçük taneli kuruyu oldum olası sevmişimdir zaten.

Arifler’de önceden döner de vardı, uzun zamandır yaptıklarını görmüyorum. Döner tezgâhı hâlâ duruyor ama dönerin kendisi yok. Aslında iyi yapmışlar, zira dönerleri o kadar da güzel değildi, üstelik ucuz olmamasına rağmen. Sandviç döner yerken haniyse eliniz yağ içinde kalıyordu. Belki de şikayet alıp vazgeçmişlerdir. Neyse, döner yok ama vitrine ızgara köfteyi çıkarmışlar. Vitrine koca harflerle “köfte 5 TL” yazmışlar ki dikkat çeksin. Gayet hesaplı. Bir kez denedim köftesini; çok daha güzel köfteler yedim, ama 5 liraya yiyebileceğiniz iyi bir köfteydi. Yanına koydukları malzemelerle, hem gözü hem de karnı doyuruyor. Bir gün deneyin, derim.

Benim, Arifler’de özellikle hoşuma giden iki yön var: Birincisi, yemek porsiyonlarında bizim genelde evlerde kullandığımız derin, geniş tabakları kullanıyor olmaları. Malumunuz, bu tip lokantalarda derinliği pek az olan, mümkün olduğunca dar tabaklar kullanılır ki az malzemeyle tabak dolmuş izlenimi verilsin müşteriye. Arifler öyle yapmıyor işte. Benim uzun zamandır hiçbir yerde görmediğim şekilde derin tabaklar kullanıyorlar, normalde evde yediğinizle rahatlıkla karşılaştırabiliyorsunuz miktarını. Tabaklar derin ve geniş olduğu için de öyle tıka basa doldurmuyorlar elbette, ama olsun, ben çok beğendim bu porsiyonları. Lokantada hoşuma giden ikinci yön ise, mekânı işletenlerin ve çalışanların sıcaklığı. Bunu tarif etmekte zorlanabilirim, ama her yerde görebileceğiniz, çoğunlukla da yapmacık olan “hoş geldin abi”lerden öte bir samimiyet duygusunu hissedebiliyorsunuz Arifler’de. Çalışanlarla “patron” oldukları belli olan insanlar arasındaki ilişkiyi ara ara gözlemleme fırsatı buldum, muhabbetlerini zaman zaman kesen servis uyarıları dışında arkadaş gibi dolanıyorlar ortalıkta. Patron-çalışan ilişkisi mutlaka ki arkadaş ilişkisi falan gibi bir şey değil, ücret ödeme günleri gibilerinde gerim gerim gerilimler oluyordur elbette, ama gün içerisinde lakaytlığa varmayan bir samimiyet karnını doyurmaya gelen insanlara da yansıyor.

Bu fotoğrafta önemli olan nedir? Elbette, nohutun konduğu derin ve geniş tabak. Çoğu lokantanın mümkün olduğunca sığ porsiyon tabaklarının aksine Arifler'deki tabaklar evlerde kullandıklarımız gibi.

Mekân, girişte aldığınız tepsiyi metal bant üzerinde doldura doldura kaydırıp kasada hesabınızı ödemenize göre tasarlanmış. Self servisinizi aldıktan sonra geniş mekânda istediğiniz yeri seçip oturuyorsunuz. Mekân içeri doğru genişlediği için loşça oluyor ama tavanın yüksekliği ve yeterli aydınlatma nedeniyle de ferah. Kasanın hemen karşısında açık büfe salata tezgâhı da var, isterseniz orada salatanızı hazırlıyorsunuz. Mekân tarifimi, önceki paragrafta bahsettiğim konuya bağlayacağım: Yemek servisi yapan usta sizi sıcak karşılıyor, ardından genelde kasada duran hanım kardeşimizin hiç de yapmacık olmayan ve “başka bir şey ister misiniz”le başlayan sohbeti de gayet samimi geliyor. Böyle self servisli mekânlarda olan işlevsel soğukluk Arifler’de yok. Aslında tarif etmek için arka mahallelerde kurulan süper-hiper marketleri örnek verebilirim. Hani dizayn olarak büyük marketlere benzerler ama çalışma biçimleri bakkallar gibidir. Migros’ta paranız çıkışmayınca, kendisi de muhtemelen varoşta yaşayan kasiyere utana sıkıla bakarsınız, o da “valla yapacak bir şeyim yok” ile “paran yoksa ne geliyorsun dümbük” karışımı gelgitli bakışlar atar; nihayetinde girişinizle çıkışınız arasındaki tek fark yüzünüze yüklenmiş utançtır. Ama arka mahalle “süper marketleri”nde veresiye bile yaparsınız, hatta bakkallar gibi üç sene öncenin tarihini taşıyan ajandadan bozma deftere kargacık burgacık harflerle kaydederler borcunuzu: “Ahmet Amca, blendax+süt: 8,45”. Sanırım bu, “insansız bir makinenin parçası olmaktan kurtulamıyorsan, en azından, insani olan ne varsa onu yaşatmaya çalış” mottosu oluyor. Arifler Sofrası da, klasik lokanta muhabbetini self servis dizaynına rağmen yaşatıyor.

Eh, yemekleri yazdık, fiyatları yazdık… Arifler’de kahvaltı tabağı (7,50 TL) veya omlet ve menemen (her biri 3,50 TL) ile kahvaltı etme imkânınız da olduğunu, ayrıca evlere servis de yapıldığını ekleyelim; hafta sonları yemek çeşitlerinin biraz daha az olduğunu söylemeyi unutmayalım ve lokantanın telefonunu vererek bitirelim: (0216) 414 31 11 – 414 31 36.

Merkezî yer ve cazip vitrin yetmez, güzel yemek de lazım! Kadıköy Döner Restaurant

Dönercilerden gidiyoruz bu ara. Bu sefer de, çok merkezî bir yerde olduğu için önünden sık geçtiğim ama ilk defa yakın zamanda oturup yeme fırsatı bulduğum bir yerden bahsedeceğim. İsmi pek bir anonim olan Kadıköy Döner Restaurant, iskeleye inen ana caddenin neredeyse üzerinde olduğu için dönercilerin bolca bulunduğu Güneşli Bahçe Sokak’ın etrafındaki lokantalardan biri. Geçen yazdığım Durak Büfe’nin arka paralelindeki sokakta, Akveren Şifahane-Makarnacı’nın yanından sokağın içine girdiğinizde karşınıza çıkan bir yer. (Teknik olarak Mühürdar Caddesi’nin Söğütlüçeşme Caddesi’ne çıkan noktası oluyor.) Gayet de uzun zamandan beri orada. Yani “Girişimci ruhum var, buralar da insan kaynıyor, derhal bir döner fast food’çusu açayım” düşüncesinin ürünlerinden değil.

Bana bugüne kadar pek davetkâr gelmemişti, ama karnımın aç olduğu bir gün vitrininden kampanyalı menülerini görünce girip yiyeyim dedim. Ancak çok da iyi etmedim! Evet, filmin sonunu baştan söylemek gibi oldu, ama bunca zamandır var olan bir yer, eğer ben o gün kötü gününe denk gelmediysem, nasıl oluyor da bunca zamandır orada duruyor, anlayamadığımı söylemeliyim.

O bölgede –kastım, Güneşli Bahçe Sokak’ın ana caddeye bakan kısmı ile Aya Efimia Kilisesi meydanının etrafı– insan akışı çok yoğun olduğundan yeme-içme mekânları boldur. Vitrininde “tavuk döner+ayran 1,5 lira” yazılı kartonlar asılı olan ve gelip geçenin parasını alıp karşılığında mide ağrısı vermeye dayalı mekânlar bir açılıp bir kapanır. Yine, sürümden kazanmak için her şeyi ucuza veren, mideniz bozulmasa da yediğiniz şeyin ismiyle kendisinin hiç alakasının olmadığı yerler de cirit atar. Hani, iskender sipariş edersiniz, önünüze de görsel olarak iskendere benzeyen bir yemek gelir, ama tattığınızda yüzünüz ekşir ya, öyle mekânlar. Kadıköy Döner Restaurant gibi yerlerse, hem uzun yıllardır oradadır hem de öyle çok ucuz değildir. Sınıflandırmam biraz kaba oldu belki ama bahsettiğim yerlere yolu sık düşenler haklı olduğuma kanaat getireceklerdir sanırım.

Bu açıdan şöyle bir göz atmak bile Kadıköy Döner Restaurant'ın vitrininin cazibesini anlamaya yetiyor.

Kadıköy Döner Restaurant, dışarıdan bakınca döneri güzel gözüken, vitrininden çeşit çeşit yemeklerin de hemen seçilebileceği dikkat çekici bir lokanta. Genişçe bir iç mekânı, asma katı ve dükkân önüne atılmış dört beş masası var. Dizaynını self servis tepsinizi alıp yemeklerinizi seçeceğiniz ve hesabınızı ödeyip yemeğinizi yiyeceğiniz şekilde yapmışlarsa da, ben gittiğimde böyle işlemiyordu. Yemeklere şöyle bir göz atıp oturuyorsunuz, sonra da garsona sipariş veriyorsunuz. Ki bence hiç sakıncası yok, hatta daha güzel.

Yemek tezgâhının arkasında bulunan tabelada, süslü porsiyon fotoğrafları var, yemek fiyatları yok. Tabelanın devamında kampanyalı menülerin fiyatları yazıyor ama. Pilav üstü döner, çorba, ayran menüsü 9,50; tavuk şiş, çorba, ayran menüsü 7,50; İnegöl köfte, piyaz, ayran menüsü yine 7,50; iskender, çorba, sütlaç menüsü 9,90. Masaya oturunca gördüm ki, masalardaki cam kaplamaların altında fiyat yazılı menüler var. Bu iyi, ama self servis çalıştığı farz edilen bir yerde mantıken zaten parayı verdikten sonra fiyatları görüyorsunuz ki artık pek anlamı kalmamış oluyor! Tezgâhın arkasındaki tabelaya genel hatlarıyla fiyatlar yerleştirilseydi daha iyi olurdu. Yemek ısmarlayan neye kaç para vereceğini bilirdi, kasada sürprizle karşılaşmazdı hiç değilse.

Kadıköy Döner Restaurant, işte böylesi bir iğne atsan yere düşmez sokakta, her gördüğümde aklıma "Fransız etkisindeki Bolulu aşçı ustası" tasvirini getiren heykelin ardında.

Önce köfteli menüyü sipariş ettim, ama içimden gelen “dönerciye gelmişken döner yenir” sesini dinleyip siparişimi değiştirdim. Akşam üstü saat 5-6 civarlarıydı ve içeride dört beş masa doluydu. Yemek saati olmadığı için iyi bir sayı olduğunu kabul etmek gerek. Çorbada mercimek ve ezogelin seçeneklerinden ikincisini işaretledim ve çorbam hemen geldi. Dolandırmadan söyleyeyim: Kötü bir çorbaydı. Beklemiş mi desem, yanmış mı desem, yoksa hiçbiri değil de zaten kötü yapılmış mı desem, bilemiyorum. Beklemiş değildir, zira bu lokantada hiçbir yemeğin kalacağını sanmıyorum. Hem kalabalık bir bölge, hem de yılların verdiği tecrübeyle günlük ne kadar yemek yapacaklarını gayet iyi biliyorlardır. Çorbanın tadındaki gariplik, yanmış olmaktan da farklı bir şeydi. Görüntü ezogelin, ağza gelen tatta da bir ezogelin altyapısı var (kabul, ilginç bir tabir oldu), fakat geri kalanı üzüntü verici! Bu kadar kötü bir çorbayı uzun zamandır içmemiştim.

Neyse, çorbamı içtikten sonra pilav üstü dönerimi beklerken, masadaki menüden fiyatlara göz attım. İskender ve bir iki çeşit kebap 10 lira sınırını geçiyor; dönerin porsiyonu 8 lira, çoğu kebap çeşidi ve etli yemekler 8 lira, sebzeli yemekler 4 ila 5 lira arasında değişiyor, zeytinyağlılar 4 lira, çorba da 2,5 lira. Abartılı rakamlar değil. Tezgâhta sergilenen yemeklerin ilk bakışta fazla yağlı oldukları gibi bir izlenimim var ama. Tabii tatmak lazım, ancak ilk intiba da yemek için en az tat kadar önemlidir.

Döner siparişi fazla olduğu için biraz bekledim. Anormal bir süre değildi, kalabalıkta göze alacaksınız. Ustalar dönerimi özenle hazırladılar, sağ olsunlar, tıpkı kampanyalı menü fotoğrafındaki gibi sundular. (Bunda ne var ki, demeyin; fotoğraftaki porsiyonla önünüze gelen arasında fark olması hiç de hoş değil.) Dönerin tadı beklediğim gibi değildi. Gerçi açlıktan kaynaklı olarak objektif yorumlayamıyor olabilirim, bununla beraber pişmekte olan dönerin görüntüsü daha iyi bir tat vaadinde bulunuyor gibi gelmişti. Dönerin kokusu açıkça ağırdı. Yine, bu mekânda beklemiş olabileceğine ihtimal vermediğim için, kullandıkları etten kaynaklandığını düşünüyorum. Etrafta aynı paraya çok daha güzel döner yiyebileceğiniz yerler var. Dönerin altında yatan pilav ise tane tane olsa da, fazlasıyla yağa bulanmıştı, vıcık vıcık yağdı desem abartmış olmam. Eğer kendilerince hoşluk olsun diye porsiyonun üstüne dönerin yağından serpmemişlerse –ki yağın tadında öyle bir şey yoktu– bu kadar yağlı bir pilavın hayal kırıklığı olduğunu söylemeliyim. Yoksa, bunca yağ olmasa, tadı hoş bir pilav olacakmış. Ayrıca, tezgâhta sergilenen yemeklerin yağlı olduğuna dair ilk intibamın da o kadar yanlış olmadığını teyit etmiş oldum.

Rengarenk vitrin ve bol vaat, iyi bir lokanta olmaya yetmiyor ne yazık ki. Bunlardan önce, yemekleri daha özenli yapmaya çalışmak ve karnını doyurmaya gelen insanlara "elimizde senin gibi çok var" yaklaşımından uzak durmak gerekiyor.

Diyeceğim ki, bir başka gün daha şansımı deneyip bu yazdıklarımı gözden geçireyim, ama çok da cesaret edemiyorum. Ne de olsa o kadar ucuz bir yer değil. Zaten bu kadar merkezî bölgelerde bilmediğim yerlerde yemeye de soğuk bakarım. Bu tip mekânlarda “Ohoo, bize senin gibilerden çok gelip geçiyor, sen bir daha gelmesen n’olcak, nasılsa başkaları hep gelecek” sözleriyle özetleyebileceğim bir kendinden eminlik ve dolayısıyla kayıtsızlık görülebiliyor ve esas itici olan da bu. Maalesef, Kadıköy Döner Restaurant’da da vardı bu. Önemle belirtmeliyim ki, bunun çalışanlardan kaynaklandığını hiç sanmıyorum; onlar öyle davranıyorlarsa da, bu, temelde, mekânın işletmecisi olanların tavırlarının bir yansımasıdır. Tamam, para pul ilişkilerini ve paranın hâkimiyetini bir anda bitirecek halimiz yok; ama bir lokanta, onu çalıştıranlar öncelikle insanların karnını doyurduklarını ve ancak bunun ardından karşılığında para kazandıklarını düşünürlerse doğru düzgün bir yere dönüşüyor. Zaten bu yüzden müdavimli mekânlar her zaman daha iyi değil midir? Çünkü oralarda “işletmeci” de usta da, “yarın ben bu insanın yüzüne bakacağım” kaygısıyla hareket eder ve insan ilişkilerini de güzel yapan kaygılardan biridir bu. Hele söz konusu olan karın doyurmaksa.

Bu mekânı da buraya yazmış olalım ve söylediklerimizi iyi kötü dikkate alanlara başka yerleri tercih etmelerini tavsiye ederek yazıyı sonlandıralım.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Döner için güzel bir durak: Durak Büfe

Her mahalleye bir büfe-dönerci anlayışının geçerli olmadığı yıllarda, döner yemek ya da bir büfeye oturmak için şehir merkezlerine inmek gerekirdi. Amerikan filmlerinde genelde dedektif olan kahramanların yediği “hot dog”ları “sosisli” ismi altında yemek imkânını ancak merkezî yerlerdeki büfelerde bulurduk. (Bunu “imkân” olarak tanımlamak ayrı bir tartışma konusu, şimdi oraya girmeyeyim.) “Aile boyu” kolaların sofraların ayrıcalıklı misafiri olduğu yıllar... Cam şişedeki ve zor açılır kapaklı bu litrelik kolaların misafirliğine birkaç yıl içinde ketçap eşlik etmeye başladı, aynı yıllarda büfelerin sayısı da arttı. E, haliyle hepsi aynı yerlerde açılamayacağına göre sokak sokak yayılmaya başladılar, sonra da hemen her sokakta bir büfe görür olduk, her büfede de bir döner tezgâhı.

Artık bir yerde döner yemek öyle çok da özel bir şey değil. Dönerler de öyle. Hele tavuk döner de peyda olduktan sonra, renkli kartonlara elle yazılmış “yarım ekmek tavuk döner artı ayran 1 lira” yazılarını bolca görür olduk.

Durak Büfe'de tam anlamıyla "büfe döneri" satılıyor: hem ucuz hem de güzel. İlk fırsatta pide dönerini deneyin.

“Nerede o eski dönerler” tadında bir girizgâh oldu. Olsun. Klavyem döndüğünce size anlatmaya çalışacağım Durak Büfe’nin döneri, işte o eski yıllardaki dönerlerin mirasçılarından olduğu için böyle bir giriş gerekliydi. Burada, hiç kuşku yok ki, artık ismiyle cismiyle oturmuş, görece lüks restoranlarınki gibi bir döner bulamazsınız. (O dönerler zaten ateş pahasıdır. Kastım, Kadıköy’de eski PTT’nin yanındaki Kebapçı İskender ya da Bakırköy sahilindeki, kuruluş yılının başına M.Ö. ibaresi konması muhtemel Gelik Döner gibi yerler.) Ama her köşe başına açılmış olan “dönerci”lerin, şekli döneri andıran ama tadı pek bir şeyi andırmayan dönerleriyle kıyaslanamayacak kadar da iyidir. Anlayacağınız, tam büfe döneri!

“Durak” da öyle anonim ve sık rastlanır bir büfe ismi ki, kim bilir memleket sathında kaç bin tane “Durak” büfe vardır! Bir kere otobüs duraklarının ya da eski usul otobüs terminallerinin hepsinde en az bir taneden, say say bitmez! İsmi fazlasıyla anonim olsa da, Durak Büfe Kadıköy’de en az yirmi yıldır var olan bir büfe. İsmi üstünde hak iddia etmeye yetecek kadar yaşı var. Muhtemelen İstanbul çapında böyle birkaç Durak Büfe daha vardır. Sermaye bağlantıları var mı bilemeyeceğim ve bu konuyu da uzatmayacağım zaten!

Bu yazıyı yazmama sebep olan Durak Büfe, Söğütlüçeşme Caddesi’ni Yasa Caddesi’ne bağlayan kısacık bir ara sokakta bulunan Durak Büfe. O sokağın bir ismi olduğundan bile şüpheliyim! O sebeple hemen buraya krokisini koyuyorum.

Yakın bölgede birkaç tane daha Durak isimli büfe olduğundan ve Kadıköy’de de daha pek çok aynı isimli büfe bulabileceğinizden, nereyi yazdığım belli olsun.

Durak Büfe’de tostundan sosislisine, pizzasından pidesine kadar pek çok yiyecek bulmak mümkün, ama ben özellikle dönerini yazacağım. Diğer ürünlerini yeme fırsatım olmadı, iyi veya kötü olduklarına dair bir fikrim yok. Ama döneri yazılmayı hak ediyor.

Durak Büfe’de döneri tabii ki porsiyon ve yarım ekmek arası da yiyebilirsiniz, ama orada döner yiyecekseniz pide arası yiyeceksiniz. Nokta. Çok güzel bir pidesi var. Dönerin eti güzel, temiz. Normalde, döner ateş önünde uzun süre durduğundan, eti iyi bile olsa saatler geçtikçe tadının ağırlaşması her zaman söz konusudur, ama Durak Büfe’nin dönerinde ben hiç öyle bir duruma rastlamadım. Öğle vaktine doğru ateşin önüne konan döneri zaten ikindi saatleri biraz geçtikten sonra bitmeye yüz tutuyor. Yani tam olması gerektiği kadar duruyor ateşin önünde.

Pidenin arasında yaprak kesilmiş döneri yeterli miktarda yerleştirdikten sonra, yanlık olarak, kızarmış patates, Amerikan salatası ve patates köftesi koyuyorlar. Patates köftesi, Durak Büfe’nin özgün denebilecek tatlarından biri. Pide veya ekmek arası dönerin içine güzel gittiğini söyleyeyim. Bir de ayrıca isterseniz küçük acı biber turşularından atabiliyorsunuz içine, ki ben çok severim. Döner sandviçinin içine sık rastlanır diğer malzemeleri (domates, yeşillik, sivri biber gibi) koymuyorlar. Ben, döner sandviçin içine en çok yakışan şeyin söğüş domates ve sivri biber olduğunu düşünüyorum, ama benim gibi bir domates fanatiği bile Durak Büfe’nin patates köfteli döner sandviçini beğeniyorsa, sahiden güzel yapıyorlar demektir! (Fazla benmerkezli bir yorum oldu ama ne yapalım, ben yazıyorum nihayetinde, değil mi?!)

Bu poz ayaküstü çekildi, ama gizli çekil(e)medi. Fotoğraf çekildiğini fark eden dönerci ustamız camekan arkasından bariz ve sevimli bir vücut diliyle poz vermek istemiş, almış eline döner bıçağını, başlamış kesmeye. Sağ olsun. (Miş'li cümlelerimden de anlaşılacağı gibi fotoğrafları ben çekmedim, gizli gurmeliğin şanını bozmadım yani! O yüzden fotoğrafları çeken arkadaşın yalancısıyım!)

Yalnız, ben Amerikan salatasının (ya da nam-ı esas Rus salatasının) dönere yakışmadığı kanaatindeyim. Sandviçime koydurmuyorum zaten. Soğuk Savaş yıllarında propaganda amacıyla ismi manipüle edilmiş bu salatayı ben oldum olası sevemedim gerçi. En yakıştığı yer olan sosisli içinde dahi –ki o vakit ismi goralı oluyor, malumunuz– sanki sadece yiyeceğiniz şey ağırlaşsın diye konuyormuş gibi geliyor. Durak Büfe’de döner sandviçinize ekletip ekletmemek size kalmış, ben koydurmamanız tavsiyesinde bulunayım...

Bu güzel pide dönere 4 lira veriyor, ister geniş ve iki katlı salonunda oturarak, ister paket yaptırıp, isterseniz de elde alıp yürüye yürüye yiyorsunuz. Oturursanız, muhtemelen yanına içecek bir şeyler de alacaksınız tabii. Kapalı büyük ayran 2 lira. 6 TL’ye gayet güzel bir pide döner yiyorsunuz, pidenin güzelliği ve içindeki etin bolluğuyla sadece açlığınızı geçici olarak yatıştırmaya değil, bayağı bayağı karnınızı doyurmaya yetiyor.

Durak Büfe’nin dönerinden bahsedeceğimi söylemiştim. Tavuk döner bence gerçek anlamıyla döner sayılmasa da, beyaz ete düşkünlük ya da keseye uygunluk kriterleriyle onu da değerlendirmek lazım tabii. Tavuk döner ne kadar güzel olabilir bilmiyorum, ama Durak Büfe’deki daha bir yenebilir tavuk döner işte. Yani “ille de tavuk döner” derseniz, Durak Büfe’yi kesinlikle öneririm. Tavsiyem de, dürüm yaptırmanız. İçine eti bolca koyuyorlar, ek malzemeleriyle bir hayli kapsamlı bir tavuk döner yiyorsunuz. Günahı da 2,5 lira. “Çok açım ama fazla param yok” zamanları için çok uygun bir seçim.

Durak Büfe, Kadıköy’ün merkezinde olduğu için müşterisi her daim olan bir yer. İsmi Kadıköylülerin kulağına aşinadır zaten. Öğle vakti çevredeki esnafa paket servis yapıyorlar, Kadıköy merkezde işi olan hanım ablalarımızın akşam yemeğine dek açlıklarını bastırmalarını ve alışveriş yorgunluğu arasında soluklanmalarını sağlıyorlar, öğrencilerin okul çıkışı üç beş muhabbet çevirip bir şeyler atıştırmalarına masalarını açıyorlar. Eh, böyle olunca da, akşama doğru döner bitmeye yüz tutuyor. Bir büfe için en güzeli de bu zaten.

Havalar da iyice ısınmaya başladı. Geniş mekânın yanı sıra dışarı atılmış masalara da oturup döner yemek mümkün.

Hem ucuz hem de güzel döner yemek için hiç düşünmeden uğrayın Durak Büfe’ye. Söğütlüçeşme Caddesi’nin Rıhtım’a doğru sonlarında, Çarşı içine girmek için kullanacağınız sokaklardan birinde. Sokağın caddeye bakan yüzünde Hosta Piknik var. Orada da döner satıyorlar, ucuz da. Bakın Hosta’yı da bir ara yazalım burada, ama tam oralarda canınız döner çektiyse, Hosta’yı değil de birkaç adım ötedeki Durak’ı tercih etmenizi tavsiye ederim. “Sürümden kazanıyoruz” ayağına kötü döner satmıyorlar hiç olmazsa!

Not: Durak Büfe, önceden ana cadde üzerindeydi, parka bakardı. Eski Kadıköylülerin sık uğradığı bir yerdi. Artık orada değil...

4 Mart 2010 Perşembe

İnsan boyu etli ekmek: "Etliekmekcim"

“Etliekmekcim”, Kadıköy Çarşı’nın içinde sayılabilecek bir yerde gayet yakın bir zamanda açıldı. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama yaz aylarıydı sanırım. O gün bugündür gideceğim, oraya uğrayıp yiyen arkadaşlarım oldu, bana da tavsiye ettiler, ama kısmet bugüneymiş. Eh, her işte bir hayır vardır, hiç olmazsa zamanla oturmuş bir yere gitmiş olduk biz de.

Etliekmekcim, Konya usulü “insan boyu” pidesiyle meşhur. Lokantanın vitrininde insan boyu vurgusu bolca var zaten. Hiçbir şey olmasa bile sırf bu, insanın ilgisini çekmeye yeter, değil mi? Daha önce Etliekmekcim’de yemiş tanıdıkların da ilk vurgusu pidenin büyüklüğü üzerine oluyordu haliyle.

“İnsan boyu”, eğer pigmeleri ortalama insan boyunun temsilcileri saymıyorsanız, mübalağalı bir tabir tabii. Ama teşbihte hata olmaz; pideler 1,20-1,30 m civarı bir boya sahipler gerçekten de. Kalınlığı da 12-13 cm var. Gözünüzün önüne getirin artık.

Etliekmekcim’in geniş, ferah bir salonu var. Orta halli kebapçı lokantalarını düşünün, o dekorasyonu biraz daha cıvıl cıvıl yapmışlar, biraz modifiye etmişler, diyelim. Kış soğuğu geçer gibi olduğundan, dışarı da atmışlar iki üç masa.

Etliekmekcim'in yazılmasından çok sonra çekildi bu fotoğraf. Ama "krize karşı indirim" kampanyaları halen devam ediyor. Kriz geçmediğine göre gayet yerinde bir durum.

Ben gittiğimde ne öğlen ne de akşam yemeği saatiydi, tam arası olduğundan dükkanda da benimle birlikte üç müşteri vardı. Oturduk, söyledik etli ekmeğimizi, yanına da yayık ayran… Çalışan arkadaş “Pideyi tabağa böleyim mi, yoksa olduğu gibi mi servis edelim?” diye sorunca, haliyle, “nasıl yemek gerekirse öyle yiyelim, görelim bir pideyi, bütün getirin” dedim. Fazla beklemeden geldi pide. Oturduğum dört kişilik masanın ortasına, peçetelikleri yükselti olarak kullanıp, daha çok kitaplık rafına benzeyen “tabağında” getirdiler etli ekmeği. Pide, boyundan da tahmin edeceğiniz gibi, boylu boyunca kapladı masayı. O masaya dört kişi oturup da hepimiz etli ekmeği bütün istesek, yeme kısmı bolca akrobatik hareket gerektirecekti muhtemelen.

Etli ekmeğin yanında közde pişmiş iki dilim patates ve bir közlenmiş biber veriyorlar. Önümdeki menüyü (ve dükkanda pek çok yere asılmış yazıları) düzgün okumadığımdan, “Yahu iki dilim domates falan da koysanız yanına…” diyordum ki, servisteki arkadaş “Açık büfe salatamızdan ücretsiz olarak yararlanabilirsiniz, beyefendi” diye lafı ağzıma tıktı. İyi de etti. Ama keşke ben pideyi beklerken uyarsaydı beni de, salata tabağını dolduracağız derken, etli ekmeğimiz masada yalnız başına soğumaya kalmasaydı!

Neyse, aldık salata tabağımızı, ayran zaten masada; sıra, etli ekmeği Konyalı ustalarımızın tavsiye ettikleri gibi, elle bölerek yemekte. Etli ekmek, dana kıyma harcının Etliekmekcim’in Konya’ya has un karışımından hazırladığı ince hamurun üzerine yayılıp bunun odun fırınında pişirilmesiyle yapılıyor. Son olarak da üstüne tereyağı sürülüyor. Sahiden de incecik ve çıtır çıtır olmuş pide hamurunun üstünde hiç de azımsanmayacak orandaki kıymasıyla gayet lezzetli bir pide. Şekli şemaili zaten insanın iştahını açıyor, tadı da bu açılan iştahı hakkıyla doyurmaya yetiyor.


Efendim, etli ekmeğin hasının yağı damlarmış yerken. Burada olmadı o. Halbuki etli ekmeğin tadı da gayet güzel. Düşündüm, aklıma tek sebep geldi: Etliekmekcim, Konya’nın etli ekmeğinin tadını, İstanbul için biraz hafifletmiş bence. Zaten koyun eti yerine de dana eti kullanmışlar. Muhtemelen orijinalini aynen yapsalar, kentli midelere ağır gelirdi. Tadını da modifiye etmişler yani. Bence iyi de etmişler. O kadar yağlı etli ekmeği, hele bir de koyun etiyle yapılsaydı, yemeyi hiç gözüm kesmezdi şahsen. Ya da yeseydim bile, oturduğum yerden bir iki saat kalkamazdım muhtemelen! En azından bir iki soda, peşi sıra da üç dört bardak çay içmeden!..

Bu şekilde servis edilmesinin daha iyi olmasının bir nedeni de, pidenin hamuru çok ince olduğundan tabakta üst üste konduğunda hamurlaşma ihtimali imiş. Doğrusunu yapmışız yani. Ama böyle de çok uzun olduğundan, hızlı yemezseniz, pidenin sonu soğuyor! Bir nevi, dört lahmacunu önünüze yayıp yediğinizi düşünün. (Merak etmeyin, hamuru ince olduğundan, dört lahmacun yemiş gibi olmuyorsunuz.) Ama önünüzde uzanmış yatan pide, zaten sizi hızlı yemeye yeterince teşvik ediyor!

Telefon numarası bir hayli açık oldu, değil mi?

Etliekmekcim’de benim yediğim etli ekmek dışında, aynı boyda dört pide daha var. “Mevlana”, dana kıyma harcına peynir karıştırarak; “Bıçak Arası”, satır kıymayı biraz daha kuşbaşı kıvamında bırakarak (anladığım kadarıyla en iyi tarifi bu); “Alaaddin” de, bu minik kuşbaşılı pideye peynir katarak hazırlanıyor. Son olarak, “Börek” tabir ettikleri, tercihinize göre peynirli, patatesli, ıspanaklı, semizotlu ve yoğurtlu pideleri var. Peynirli pidenin peynir karışımının içinde tereyağlı bez tulumun olduğunu vurgulayayım; yani özel bir peynirle yapıyorlar. Ben bir dahaki gidişimde Bıçak Arası ya da Alaaddin’i denemeye niyetliyim.

Salatanızı siz zevkinize göre hazırladığınız için sorun yok zaten. Nasıl isterseniz öyle yapın. Yayık ayran benim çok hoşuma gitmedi. Belki fazla müşteri olmadığından biraz beklemiş bir ayrandı, belki de yine aynı sebepten soğutucusunu açmamışlardı da sıcakçaydı, tam emin değilim. Kesin karar vermek için bir daha denemek lazım.

Masa boyunca uzanan etli ekmeğimiz 9 lira. Hem tadı hem de doyuruculuğu itibariyle gayet uygun bir fiyat. Kesinlikle değer. Etiekmekcim, yeni açıldığı zaman da uygun fiyatlara sahipti, demek ki açılış promosyonu minvalinde düşük fiyattan verip sonradan fiyat bindiren yerlerden değilmiş, ne güzel! Mevlana ve Börekler de 9 lira; Bıçak Arası ve Alaaddin ise 10 lira. Bu arada, özellikle vurgulayayım, “bu boyda pide, iki kişi oturur yeriz” deyip de oturmayın, zira etli ekmek tek kişiyi doyurur. İnce hamurun sonucu. Ayran 2 lira. Açık büfe salatanın ilk tabağı ücretsiz; ikinci tabak almak isterseniz 3 lira veriyorsunuz.

Etliekmekcim’in diğer yemeklerini en azından fiyatlarıyla analım, yemedik çünkü. Konya fırın kebabı (14 TL), fırın kaşarlı güveç (12 TL), tavuk baget kebap (10 TL), fırın sac tava (12 TL); bunların hepsinin yanında açık büfe salatanızı alabiliyorsunuz. 12 liralık karışık ızgara da, salatanın yanında cacık ve ezme ikramıyla ilgi çekici görünüyor. Artık, cebinizin ve keyfinizin durumuna göre deneyip denememek size kalmış. Tereyağlı közleme tabağı (3 lira), fırında köy peyniri kızartması (5 TL) gibi daha pek çok çeşit, çorbalar, su börekleri, tatlılar da var. Ayrıntılar için müracaat Etliekmekcim’e diye kesip bu kısmı uzatmayayım. Ama bir dahaki gidişimde, cebim uygun olursa, Hatay’ın kral künefesini deneyeceğimi de söyleyeyim. Güzel yapacaklarmış gibi bir his var içimde. (Hisler girdi işin içine, ilginç bir lokanta yazısı olmaya başladı!)

Etliekmekcim’in, daha çok küresel fast-food şirketlerinde gördüğümüz türden bir promosyonu var ki ilgimi çekti. “Çocuk Menüsü”nde küçük etli ekmek (“midi” diyorlar), ayran, salata falan var, yanında da çocuğun seçtiği bir oyuncak hediye! Pembe panter, ayı, Tazmanya canavarı bebekleri falan… Hepsini de lokantanın ortasına dizmişler, çok sevimli bir görüntü olmuş! Bilmiyorum satışları etkiliyor mudur, ama en azından görüntü olarak gayet hoş bir kampanya.

Yedik, içtik, gözlemledik, acelemiz olduğundan çay ikramı teklifini geri çevirdik, afiyetle kalktık. Karnımızı keyifle doyuran etli ekmek artı ayrana 11 lira verdiğimiz için de mutlu kalktık.

“Nerede bu Etliekmekcim?” derseniz, Kadıköy Çarşısı’nın orada Kethuda Çarşı Camii’ni bulun, yanındaki sokaktan düz ilerleyin. Oranın ismi Moda Caddesi’dir, ama ben oralarda hiçbir yeri Moda Caddesi diyerek bulmadım! Olmadı, telefonunu verelim, arar, sorarsınız: (0216) 346 14 88.