9 Ekim 2010 Cumartesi

Halitağa’da dönerci Bereket’i

GİRİŞ: BİR PARANTEZ
Burger King’in 12 ton hamburger etinin salmonella ve listeria bakterileri taşıdığının yazılıp çizildiği bugünlerde, etten bahsetmek içinizi açar mı, emin değilim. Ne de olsa, Burger King bu etleri kendi lokantalarında piyasaya sürmüş olabileceği gibi (ki yüksek olasılıkla böyle oldu), toptan et aldığı şirket aracılığıyla kıyma, sosis, sucuk haline getirtip başka yollarla sofralarımıza gönder(t)miş de olabilir. Burger King böylesi örneklerden biri, tek amacı daha fazla kâr olan şirketlerin kitlesel gıda üretimi yaptığında insan sağlığını düşüneceğini sanmak zaten safdillik olur. Yine de, “kirli, bozuk gıda” deyince Uğur Dündar tarzı gazeteciliğin sürekli yaptığı gibi, üç beş küçük pastane-büfe-fırın basıp oradaki böcekleri göstermenin ötesinde daha büyük tehlikelerin olduğunun bu kez ortaya çıkması iyi oldu. Küçük işletmelerdeki pisliklerin “ortaya çıkarılması”, temelde, insanların markalı ürünlere (ve dolayısıyla büyük şirketlere) yönelmesini sağlamak için yapılıyor. Bunu yazarken “Küçük olanlarda pislik yok,” demiyorum; elbette fazlaca var. Ama ellerindeki büyük güçle, kendilerini denetimden kurtaracak yasalar çıkarttırabilen –yoksa yatırım yapmazlar– , medyada kendi lehlerine haberler yayımlatabilen büyük (ve çoğunlukla küresel) şirketlerin kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermelerine de kanmamak gerekiyor. Özellikle gıda konusunda kitlesel üretim kendi başına çok riskli bir şeydir; bir de bunun üstüne bu şirketlerin bir bandından çıkan ürünlerin yine kitlesel olarak tüketilecek kadar çok olduğunu da göz önünde bulunduralım. Küçük işletmelerde, üç beş kuruşun peşinde pisliğin bin türlüsünü çeviren işletmeciler vardır, ama insan evladına bozuk yemek yedirmeyi vicdanı kaldırmayacak kadar insaflı insanlar da olabileceğine güvenebiliriz. Fakat iş, büyük paraların döndüğü büyük şirketlere gelince, onların yöneticilerinin paradan başka bir şeyi çok da umursayacaklarına güvenmek için hiç nedenimiz yok.
Uzun bir giriş oldu, fakat buna değinmeden “etli” bir konudan bahsetmek olmazdı.


GELELİM BEREKET DÖNER’E
Gelelim konumuza… Bereket Döner, benim bildiğim kadarıyla, vakti zamanında Beyoğlu’nda açtığı küçük dükkânda sattığı ucuz ve ilginç soslu döneriyle, ucuzcuların, parasızların, yemeğe çok para vermeyip parasını aslen biraya yatırmayı tercih eden öğrenci kesiminin uğrak yeri olan bir yerle başlayıp sonradan zincirleme büyüyen bir dönerci. (Belki, daha önce başka yerlerde lokantaları vardı, bilemiyorum, öyleyse cehaletimi bağışlayın; ancak yazının esas konusu “Bereket Döner’in Tarihi” olmadığı için bu cehaletim mazur görülebilir sanırım.) Dönerinin ucuzluğu kadar imajı da şöhret kazanmasında etkili olmuştu. “Biz İslâmî bir işletmeyiz”i net bir şekilde gözünüze sokan, çalışan herkesin uzun sakallı olduğu bu imaja Ramazan aylarında dükkânlarını iftardan önce açmayarak tavır da eklemişler, ancak çok ucuz olan dönerleri ve diğer yiyecekleriyle kozmopolit Beyoğlu’nun her türden insanının da uğramaktan vazgeçemediği bir yer olmuşlardı.

Bereket Döner, Halitağa Caddesi'nin peş peşe açılan mekânlar sayesinde büfeler cennetine dönen bölgesinde...

Döneri ise ucuz olduğu kadar kötüydü de. Kesinlikle ağır kokardı. Ne olduğunu tam anlamadığım sosları da kötüydü ama o sos sayesinde dönerin ağır kokusunu bastırıyorlardı. Çivi çiviyi söker taktiği, sanırım! Ayrıca, çalışanlar çok uzun sakallı oldukları için, yediğiniz yemekten uzun bir kıl çıkması da çok şaşırtıcı değildi. Tabii, bunu bir avantaj olarak da değerlendirebilirsiniz; çalışanların kafa ve yanaklarındaki kılların daha kısa olduğu yerlerde yemeğinizdeki kılları görememe ihtimaliniz var, buradakinde hiç olmazsa gözünüze çarpıyordu. (Cümlemdeki ironik havaya bakmayın, sahiden kısmen avantaj olma durumu var!)

Kısacası, keşke dinî hassasiyet ve tavırlarında gösterdikleri özeni biraz da yiyeceklerinde gösterselerdi, diyeceğiniz bir yerdi. Bununla birlikte, yine döneri kadar ünlü ve ucuz olan yayık ayranları dönerleri kadar kötü değildi. Biraz ekşimiş olurdu, o kadar. Kanaatim, dönerleri de dahil olmak üzere yemeklerindeki kötü yönün, önemli ölçüde çok ağır ve yağlı bir üsluplarının olmasından kaynaklandığı yönünde.

Bereket Döner, sonraki yıllarda, İstanbul’un pek çok yerinde (ve muhakkak ki başka illerde de) şubelerine rastlayacağınız bir zincir restorana dönüştü. Önceki yıllarda Kadıköy’de de bir şube açmışlardı, ama ne olduysa kapandı orası.

Yakın zamanda, Halitağa Caddesi’nde bir şube daha açtılar. Caddenin tam ortasında, sayıları gün be gün artan mekânlar sayesinde yavaş yavaş büfe ve dönerci cennetine dönen bölgede… Halitağa Caddesi No: 24-A’da Bereket Döner ikamet ediyor. Eh, biz de bir hayırlı uğurlu olsuna gittik tabii.


Mekân, ışıklandırmasından dekorasyonuna kadar her şeyiyle "ben bir restoran zincirinin şubesiyim" diyor.

Geniş, uzunlamasına da giden büyük bir mekân, Halitağa’daki Bereket Döner. Bir üst katı da var. Mekân, ışıklandırmasından dekorasyonuna kadar “biz bir zincir restoranın şubesiyiz” izlenimini hemen veriyor. Tezgâhını self servis tarzında yapmış olsalar da, sipariş de servis de masada hallediliyor.

Sermaye büyüyünce imaj da değişmiş sanırım. Daha nötr bir görünüm arz ediyor işletme. Şimdiye kadar bir yanlış anlama oluştuysa (ki sanmıyorum ama) söyleyeyim: Benim adamın sakalıyla, şuyuyla buyuyla hiç derdim yok –kimsenin de olmaması gerekir– yemek yiyeceğim yeri “laik mi İslâmcı mı” kaygılarıyla seçecek kadar kafayı yemedim henüz, sattıkları yemeği güzel yapsınlar yeter. Ancak Bereket Döner bilhassa bu yönüyle kendini tarif etmeyi en baştan tercih ettiği için bu “değişim”i vurgulamam gerekiyor. Örneğin şu da dikkatimi çekti: Bereket Döner’in bu şubesi açıldığında Ramazan ayındaydık. Kepenkleri açtıkları gün, vitrine “Ramazan’da iftarda açığız” yazısı asıp dükkânın siftahını iftarda yapmayı tercih etmişlerdi. Böyle birkaç gün geçtikten sonra ise, hâlâ Ramazan’da olmamıza rağmen, o yazıyı kaldırdılar, hatta bir baktım, dışarı attıkları masalarda yiyor insanlar dönerlerini. Bir ihtimalle, henüz yeni açtıkları için Ramazan’ı da bahane ederek “prime time’da satış yapalım, bu arada eksikleri tamamlarız” diye düşünmüş de olabilirler, ama Bereket Döner’in “kurumsal” kimliği bu ihtimali azaltıyor. Geriye bir ihtimal kalıyor: Para sen nelere kadirsin! Bereket’in klasik tavrı, Halitağa’da pek tutmadı demek ki.

İnsanların karnını doyurduğun yere yemekten çok daha fazlasına denk düşen anlamlar yüklersen, mekânını yorumlayan adam da böyle bir türlü yiyeceğine getiremez konuyu işte! Neyse, getirelim artık: Bu Bereket’in dönerinin eski Bereket’le bir ilgisi yok. Çok daha güzel, tadı yerinde sayılabilecek bir döner veriyorlar. İnternet sitelerine bakarken gördüm ki, Bereketçiler işi bir hayli büyütüp toptan döner satışı şirketi olmuşlar. Bu arada da, o eski ağır dönerlerinin kötü olduğunu fark etmişler sanırım. Halitağa’da kendilerinin “karışık” tabir ettikleri “yaprak et-kıyma karışımı döner” satıyorlar. Eski Bereket’ten iyi olsa da, harika bir döner değil. Zaten, artık ucuz bir yer de değil Bereket Döner. Pide döneri 6 liradan veriyorlar. Tamam, içindeki et az değil (75 gram), ama nihayetinde ucuz da değil.

Döner siparişi verirken “Sos koyuyor musunuz?” diye sordum, Bereket’in o garip sosuyla da meşhur olduğunu bildiğimden. “İsterseniz koyarız” dediler ama hiç cesaret edemedim tabii! Bugüne dek iki kez gittim Halitağa Bereket’e; ikincisinde “Döneri fena değildi, acaba sosunu da denesem mi?” diye düşündüm, ama yok, yapamadım! Beş on kez daha gitsem de denemeye niyetli değilim. Nihayetinde karnımızı doyurmaya gidiyoruz! Bir gün oranın sosunu yemeye cesaret eden olursa, lütfen bir yorum göndersin. Belki sosları da çok değişmiştir, adamlara boşuna haksızlık etmişizdir.

Döneri, dediğim gibi, “fena değil” kategorisine girer. Ama pahalı kategorisine de girer. Pide dönerimin yanında ayran istedim. Yayık ayranları yine var; onu sipariş ettim tabii. Bana hiç de yayık ayran gibi gelmedi. Herhangi bir yerde içebileceğiniz alelade bir açık ayran işte. O da 2 lira.

Bereket'e ikinci gidişimde, saatten dolayı olsa gerek, mekân bir hayli boştu. Dolayısıyla herkes benimle ilgilendi, şımardım doğrusu! Yemeğiniz biter bitmez garson çay ikram etmek istiyor, güzel bir jest, ama bu kadar parlak bir mekânda yemeğin üstüne çay içecek kadar uzun süre oturmak insana hiç çekici gelmiyor. Bu, sadece Bereket'in "parlaklığı" değil elbette, zincir restoranların çoğu mekânlarını nedense böyle hazırlıyor, bu da insana kendisini hastanede hissettiriyor!

Halitağa Bereket’in tezgâhında salata açık büfesi var. Salataya 4 lira fiyat biçmişler, sanırım oradan keyfinize göre tabağınızı dolduruyorsunuz. Et ve tavuk döner dışında bir yemek yok. Ki bence hiç de fena fikir değil. Orası tam olarak dönerci işte. Keşke dönerlerini biraz daha güzel yapsalar. Bu şekildeyken 6 lira vermek insana koyuyor.

Gelelim temel fiyatlara: Et dönerde, pidenin 6 lira olduğunu yazdım zaten, dürüm döner 7 TL, baget döner 5 TL, porsiyon 10 TL, pilav üstü 11 TL, iskender 12 TL. Tavuk dönerde, pide 3, dürüm 4, baget 2,50 TL; porsiyon 6, pilav üstü ve iskender ise 7,50 TL.

İçecekler 1,50 ile 2,50 arasında değişen fiyatlara sahip. 3 liraya çorba, yine 3 liraya patates kızartması veriyorlar. Tatlı yiyecekseniz, 3 liraya kemalpaşa, 4 liraya sütlaç, 5 liraya künefe veya kadayıf yiyebilirsiniz. Hiçbirini denemediğim için sadece fiyatlarını veriyorum. Bir de, yine denemediğim kahvaltı tabağı var, onun da fiyatı 7 TL.

Bereket’in döner çeşitleri ile içecek ve patatesten oluşan menü fiyatları da var ki bunları beraber yiyecekseniz toplam fiyatlarından daha uygun bir miktara çekiliyor vereceğiniz para.

Telefon: (0216) 550 58 58

6 Ekim 2010 Çarşamba

Tabana, sırta ve boğaza kuvvet: Simitçi Abdullah Abi

Ağız alışkanlığıyla topuna birden “simit dünyası” adını verdiğimiz büyük simit dükkânları açılalı ve seyyar simit tezgâhları da belediye mührü taşımaya başlayalı beri, sırtına üç ayaklı tezgâhını yükleyerek dolaşan simitçileri daha az görür olduk. Belediye damgası taşıyan simitçilerin arabaları da hiç dolaşmıyor ya, hepsinin yeri yurdu belli, sabah gelip açıyorlar tezgâhı, akşam da dükkân kapatır gibi kapıyorlar.

Simit, sevmeyeni az olan bir yiyecek. Sadece öğün geçiştirmek ya da açlık bastırmak için yenmiyor elbette; yanına “karper” peyniri açıp sıcak çayınızı da aldınız mı, mis gibi bir kahvaltı veya ikindi atıştırması olur ki yeme de yanında yat. Ancak ne olursa olsun, simidin bir esprisi de “sokaktan alıvermek”tir. Çünkü, sokaktan alıverdiğiniz simit, pastaneden aldığınız simitten de evin yakınındaki ekmek fırınından aldığınız simitten de her zaman faklıdır. (“Pastane simidi” diye ayrı –daha çok sütlü– bir simit türü olması boşuna değil ya.) Evinizin yakınında tesadüfen bir simit fırını yoksa, “simitçiiyee” diye bağırarak dolaşan seyyar satıcıyı beklemek ve yakalamak zorundasınızdır.

Bağırışlarıyla meşhur Abdullah Abi, Yeldeğirmeni'nden Moda'ya Kadıköy'ü sabahtan akşama kadar adımlıyor.

Evet, simit fast food dükkânları aldı başını gitti, iyi iş yapıyorlar ki, koca koca dükkânlar açtılar. Hepsinin isimleri “simit dünyası” türevi isimler, ama simit dışında da çeşitli unlu mamul çıkardıkları için bir nevi yeni pastane işlevi görüyorlar. Hatta eski zamanların uslu flörtlerini betimlerken kullanılan “pastanede buluşma, limonata içip muhallebi yeme” metaforunun yerini, gittikçe, simit dünyasında buluşup börek çörek yiyerek çay içme almaya başladı. Bu mekânlarda simidi içine zeytin ezmesi sürülmüş, kaşar ve salam yerleştirilmiş şekilde yiyebiliyorsunuz, hatta doğrudan fırından sucuklu simit de çıkarıyorlar, ama ben bugüne dek çok güzel bir sucuklu simit ya da kaşarlı-salamlı simit yiyemedim! İçinde ne olduğu belli olmayan “sucuk”lar, merdiven altı tabir edilen “kaşar”larla, tatsız tuzsuz şeyler satıyorlar.

Neyse, simit dünyası mevzuunda bir kez daha görüldü ki, herkesin bildiği, sevdiği ve bu yüzden satış garantisi olan geleneksel yiyecekleri süsleyip püsleyip mutant yiyecekler üretmek her zaman iyi sonuçlar vermiyor. E, dükkânının tabelasına “simit” yazıyorsan, en iyi yapacağın ilk iş simidin kendisi olmalı. Ucuza mal edeceğim diye kötü yağlar, geçmiş susamlar kullanırsan böyle olur. Bakalım, “bir zamanlar simit dünyası diye simitçiler vardı, hatırlar mısın?” muhabbetleri ne zaman gelecek…

"Simit dünyası" türevi isimlerle açılan simit fast food'çuları her yeri kaplasa da, simidin iyisi hâlâ Abdullah Abi'de.

Bunca ahkâmı getirip esas konumuza bağlayalım: Sabahtan akşama kadar Kadıköy’ün altını üstüne getiren, tabana ve sırta kuvvet simit satan Abdullah Abimiz. İsmine aşina olmayabilirsiniz tabii, fakat onun ne dediği tam anlaşılamayan ama kesinlikle karakteristik haykırışlarını işitmemiş Kadıköylü zannımca çok azdır! Yeldeğirmeni’nden Moda’ya kadar bütün bölgeyi sırtında simit tezgâhıyla adımlar, adımlarken de boğaza kuvvet bağırır: “Yandiieee”, “yaniyeeeaaa”, “siCAK” “evet, gelDİ”, “siMİT” ve benim hâlen tam çözemediğim birkaç başka tanıtım sözcüğüyle daha, kendisiyle ilk kez karşılaşan insanları ürkütmek özelliğine sahiptir. “Ürkütmek” biraz abartılı olduysa, “uyandırmak”, “irkiltmek”, “yerinden zıplatmak” da diyebilirim.

Simasını, simidini ve bağırışlarını Kadıköy esnafı, kahvehane müdavimleri ve sokak gezginleri iyi bilir. Zaten kahvehanelere ve dışarı masa atılmış sokaklara girdiğinde, tezgâhını sırtından indirir, simitlerini tozdan korumak için kullandığı beyaz örtüsünü biraz açarak simitlerini sergiler ve elbette geldiğini belli eden bağırışlarını da sürdürür. Ben kendisiyle sık karşılaşırım, onun simidinin müdavimi olan mekân ve sokakları da bunca sene içinde iyi kötü gözlemledim; onun güzergâhında simit satan başka simitçiler (az da olsa varlar) oralardan hep sıfır satışla geçerler. Canı simit çeken onun nasılsa geçeceğini bilir, onu bekler. Hatta oldukları yerin yakınlarında “simit dünyası” dükkânlarından biri olsa bile fark etmez; simit ondan alınır.

Kadıköy'ün kahvehane müdavimleri ve esnafı simit alacakları zaman onun geçmesini bekler. Nasılsa, önce "yaniyeea" haykırışı, ardından da kendisi her gün mutlaka gelir.

Bunun sebebi sadece tanıdıktan alma alışkanlığı değil, Abdullah Abi’nin simitleri çok güzel. Tezgâhında bir iki düzine fazla kavrulmuş, üstü yanık simit de mutlaka bulundurur, onun da düşkünü çoktur zira.

Malumunuz, “simit” denen şey yapıldığı şehre göre değişir, İzmir simidiyle İstanbul simidini ayıran şey sadece isim farkı (gevrek/simit) değil, simidin yapım şeklidir de. Aynı şekilde, pastane simidiyle sokak simidi de tat olarak çok çok farklıdır. İşte, Abdullah Abi’nin simidi, tam anlamıyla İstanbul sokak simididir. Başka şehirden birilerine tanıtacaksanız, “işte budur” diye götürmeniz gereken örnek budur bence. İçinde simidin tadını ayrı bir mecraya çekecek kadar fazla süt, pekmez, mahlep veya benzeri yoktur, kıvamı ve gevrekliği çok iyidir.

Ben, Abdullah Abi’nin simidini aldığı simit fırınını hep merak etmiştim. Kendisine soracak kadar yüzsüz değilim tabii, fakat benimki “aktif merak” olduğu için, Kadıköy’ün ara sokaklarında kalmış simit fırınlarına rast geldikçe bir simit alıp denedim hep. Ve nihayetinde buldum. Bir ara sokakta ve küçücük bir ön cephesi olduğu için, fırının çok yakınında yaşayanlar haricinde pek kimsenin orayı bileceğini sanmıyorum. Ben de tarif etmeyeceğim tabii. Ama arada bir, canım da yürümek istiyorsa, o fırına uğrayıp simit aldığım oluyor. İki simit alıp parasını verme süresinde ne kadar çok şey gözlemlenebilir, orası ayrı, ama perakende satışa hitap etmeyen bir yer olmasına rağmen temiz olmaya özen gösteren, gelene gidene gayet nazik ve içten davranan bir yer olduğunu belirtmek iyi olur sanırım.

Tezgâhın üstündeki beyaz örtü simitleri tozdan kirden korumak ve simitlerin soğumasını yavaşlatmak için mutlaka örtülür, tezgâh yere konunca özenle açılır, hareket vakti yine kapanır. (Bu arada, fotoğraflarda Abdullah Abi'nin gömleklerinin değiştiğini fark etmişsinizdir. Fotoğraflar farklı günlerde çekildi, yoksa abimiz gün içerisinde kostüm değiştirmiyor!)

Benim gün içerisinde sıkça bulunduğum yerin yakınlarında da bir “simit dünyası” açıldı birkaç sene önce. Bu dükkânlar, Abdullah Abi ve meslektaşlarının işini düşürmüştür mutlaka. Zaten Abdulah Abi’nin de yıllar öncesinde kullandığı güzergâhı, bu simit dünyalarını dikkate alarak biraz değiştirmek zorunda kaldığının da farkındayım. Ama neyse ki, hâlâ sesini duyup simidini yiyebiliyoruz. Hatta tam bu yazıyı yazmaya başlamadan önce de geçti buradan, bir simidini alıp öyle oturdum yazının başına. Bana afiyet olsun. Abdullah Abi’yi çıkaramamış olanlar için de, bir gün elimde video kaydı yapabileceğim bir makine varken kendisine rastlarsam, mutlaka “yandiieee” bağırışını kaydedip yerleştireceğim buraya. O zaman “Haaa, tamaaaam” dersiniz muhakkak.

Son olarak, Abdullah Abi’nin simidinin 75 kuruş olduğunu da söyleyelim.