24 Haziran 2009 Çarşamba

Güreşçi değil köfteci Pehlivan’lar için cazgırlık

O kadar çok lokanta açtılar ki, Kadıköy’de her köşe başında bir “pehlivan” görürsünüz yazsam, fazla abartılı olmaz. Franchise dedikleri yöntemle mi açılıyorlar yoksa hepsi de aynı adamın/şirketin doğrudan açtığı lokantalar mı, bilmiyorum, ama Kadıköy’ün merkezinde benim bildiğim dört tane lokantaları var. Büyük salonları, sıra sıra masaları (sadece biri daha küçükçe, hallice bir büfe gibi ama üst katında da salonu var), uzun self servis tezgahlarıyla kilo kilo köfte ve tavuk pişiriyorlar gün boyunca.

Pehlivan, hemen vitrin önündeki büyük ızgaralarında harıl harıl pişen köfte, kaşarlı köfte, kanat ve tavuk şişlerin iştahınızı fazlasıyla açtığı bir mekan. Izgaraların hemen gerisinde de sıra sıra tabak yemekleri başlıyor. Etliler, sebzeliler, fırın kebapları, pilav, çorba, tatlılar, salatalar, cacık, içecekler derken, her lokantanın en kötü yeri olan kasaya varıyorsunuz! İçeri köfte niyetiyle girseniz dahi çeşit çeşit çekici yemek aklınızı çelebiliyor bir an. Ne yesem ikilemlerinde gidip gelirken, biraz önce “orman kebabı var, güzel, tas kebabı, pilav” şeklindeki davetkâr sesin sahibinin, daha sertçe bir tonlamayla yaptığı “evet efen’im, ilerleyelim lütfen, lütfen” uyarısıyla eliniz mahkum yürüyorsunuz.

Pehlivan, ucuza güzel köfte yemek için iyi bir tercih. Vitrin önü yeterince iştah açıcı.

Pehlivan, self servis çalışıyor. Tepsiyi alıyorsunuz, tabakları birer birer tepsiye yerleştirip nihayetinde kasaya ödemenizi yapıyor ve yerinize oturuyorsunuz. İnsanları hesaplı yeme iddiasıyla içeri girip de cebinin boyutlarını aşacak şekilde tıkınmaya yönlendirmek için en iyi yol herhalde.

İlk bakışta köfteci izlenimi verdiği için Pehlivan’da en çok yenen şeyin köfte olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Geniş ızgaranın kenarında büyükçe bir köfte ve kaşarlı köfte yığını, sürekli büyüyor ve sonra küçülüyor. Güzel, harcı yağla şişirilmemiş bir köftesi var. Köfte aldığınızda kenarına birkaç turşu biber ve köfteye ayrı bir tat veren, biberli soslarından koyuyorlar. Porsiyona koydukları beş köfte insanı doyurmaya yetiyor. Ekmeğiniz kalırsa, onu da sosa banarak bitirmek de keyifli. Kaşarlı köfte alırsanız, porsiyonda irice bir tane köfte yiyorsunuz. Çok harika bir kaşarlı köfte değil, ama fiyatını göz önünde bulundurursanız, o fiyata başka yerde kaşarlı köfte yiyebileceğinizi sanmıyorum. Bir de göğüs etinden yapılan tavuk şiş ve kanat var. İri tavuk şişler, sosla hafif terbiyelendirildiği için fazla kurumuyor, tadı da gayet hoş. Porsiyonda iki çöp şişe takılı dörder parça tavuk oluyor. Ve tavuğu da yine sos ve turşu biberle yiyorsunuz. Kanat ise genel olarak benim favorim değildir, Pehlivan’da da hiç yemedim. Pehlivan’ın lokantaları pek boş kalmıyor, özellikle öğlen saatleri ile akşam üstleri bir hayli dolu. O yüzden de köfte ve tavuğu hep bol bol pişirdikleri için, eğer gitmezse bazen beklemiş olabiliyor. İşte o biraz beklemiş (ve size verilirken yeniden ısıtılmış) köfte ve tavuğa denk gelirseniz, kurumuşunu yemek zorunda kalabiliyorsunuz. Hadi köftesi yine de yeniyor, ama tavuğu beklediğinde güzel olmuyor.

Burası Pehlivan'ın Osmanağa Camii yakınındaki lokantası. Diğerlerine göre daha küçük. Saat biraz geç olunca, fotoğrafın alt köşesindeki kaşarlı köfte yığını, beklemiş ve tekrar ısıtılan köfteyi yemek zorunda kalacağınızın habercisi. Eh, bir eksiği de o olsun.

Pehlivan’ın yemekleri de güzel. Esnaf lokantalarına göre daha özenli yapıyorlar. Ama köftesi için geçerli olan hesaplılık, yemeklere geldiğinde her zaman geçerli değil. Orman kebabı, kapama gibi etli yemekler pahalı. Ama hakkını yememek lazım, lezzetli yapıyorlar ve etli yemekleri gerçekten etli! Doyuyorsunuz. Bir de, örneğin hindi etinden yapılan tas kebabı benzeri hoş bir yemeği her yerde yemek imkanı bulabileceğimizi sanmıyorum. Yani arada bir, ilginç yemekleri aman aman para vermeden yemek için akılda tutulabilecek bir yer Pehlivan. Sebzeli yemekleri ise hem lezzetli hem de fiyat açısından uygun. Taze fasulye yemeğini tavsiye edebilirim örneğin. Pilavı öyle ekstra anlatmayı gerektirecek bir pilav değil. Ancak bazı yemeklerin yanına koymak için hazırladıkları patates püresinin, püreye olan çocukça sevgilerini unutmayanlar için hoş bir seçenek olduğunu söylemek lazım. Ezogelin ve tavuk suyuna şehriye çorbası her zaman tezgahın kenarında sıcak bir şekilde duruyor. Tavuk suyuna çorbasını hiç içmedim, ezogelininde ise sürekli bir altı tutmuşluk tadı var ve pek hoş değil. Ayrıca çorba kaseleri haddinden fazla küçük; adeta iki kaşıkta bitiyor. Yalnızca, Pehlivan’ın geç saate kadar açık olan lokantalarında, o saatte işkembe dışında çorba arayanlar için çorba buluyor olmak iyi.

Pehlivan'ın geç saate kadar açık olan, Söğütlüçeşme Camii yakınlarındaki lokantası. O saatlerde, ilginçtir, sulu yemekleri köftesine göre daha taze oluyor.

Yemeklerinizi aldınız, tepsiyle ilerliyorsunuz, geldiniz salata, cacık, soğuk meze alabileceğiniz noktaya. İri taneli domates salatası her yemeğin yanında iyi bir seçenek. Soğuk mezelerinden çok fazla yemedim, ama yediklerimin de öyle aklımda kaldığını söyleyemeyeceğim. Tabii şu yaz sıcağında bir kez daha tecrübe etmek, bu fikrimi değiştirebilir. Dener de fikrimi sahiden değiştirirsem, buraya bir not düşerim. Tatlılardan sütlacı fena değil. Sevenler için kabak tatlısını da önerebilirim. Diğerleri gözüme pek iştah açıcı gelmedi. İçecekler kısmını tepsinize bir tanesini seçerek ya da vazgeçerek arkada bıraktıktan sonra, tepsinize ekmek ve çatal-bıçağı alıyorsunuz. Tam burada, yemeklerinizde istediğiniz kadar kullanmanız için baharat kapları, zeytinyağlık, sirkelik, limonluk var. Köftenin yanındaki sos dışında tabağınıza pul biber ve kekik koymak güzel olabilir. Salatanıza sirke ve zeytinyağını da keyfinize göre katıyorsunuz.

Ustanın, bir yandan "bu herif niye fotoğraf çekiyor?" kaygılı bakışlar atıp bir yandan da "yakışıklı olsun" pozunu vermesi, görüntü alan makinelerle karşılaşan memleket insanlarının ortalama tavrının şık bir örneği olmuş. Vallahi ben mekanı çekeyim, dedim ama sen de iyi ki çıkmışsın usta.

Ve oturmadan önceki son durak olan kasaya varıyorsunuz. Dört farklı lokantada fiyatlar hafif oynayabiliyor, ama temel aynı: Köfte, tavuk şiş ve kanat ızgara 5 TL, kaşarlı köfte 5,5 TL. Çorbalar 2,5 lira, uygun bir fiyat yani, ama tekrarlayayım: kaseleri çok küçük. “Etli-sebzeli” diye tarif ettikleri, içinde parça et bulunan sebzeli yemekleri 5 lira, sırf sebzeliler 4 lira. Tas kebabı aldıysanız, yüksek meblağlı yemeklere merhaba diyorsunuz: 8 lira. 10 liradan başlayıp 13 liraya kadar çıkan kuzu tandır gibi yemekleri de var; kuzu tandır 13 lira vermeye değecek bir yemektir, ama açıkçası Pehlivan’da da o parayı vermemeyi yeğlerim! Pilav 2,5, salatalar 2,5 TL. Zeytinyağlılar 2,5-3 lira, tatlılar da öyle. Ayrana 1 lira, kolaya 1,5 lira ödeniyor. Kısacası yüksek fiyatlı kebaplar dışında sahiden iyi yemeği öyle çok da fazla para verip üzülmeden yiyebiliyorsunuz.

Unutmadan, Pehlivan’ın iyi bir yönü de, arkada bir yerlerde sürekli kaynamakta olan çaydan istediğiniz kadar alıp içebiliyor olmanız. Çaylar şirketten ve gerçekten bulaşık suyu gibi değil!

Söğütlüçeşme Caddesi üzerinde, boğa heykeline çıkarkenki ikinci lokanta.

Pehlivan lokantaları hep merkezî yerlerde ve biri hariç büyük dükkanlar olduğu için Kadıköy’e dolaşmaya gelen, işten çıkan, alışveriş yapan, caddeden ve çarşıdan geçen her türlü insanı karnını doyururken görebilirsiniz. Öğle vakitleri öğle tatili insanlarıyla bolca karşılaşıyorsunuz. Yemek sonrası çay faslına geçince, yemeğini bitirmiş ama sohbeti uzatan arkadaş gruplarını görüp hafiften bir cafe atmosferi yaşamak mümkün. Söğütlüçeşme Caddesi üzerinde Söğütlüçeşme Camii tarafından Altıyol’a çıkarken iki tane, Boğa heykelinden cadde üzerinden iskeleye inerken Osmanağa Camii’nden hemen önce bir tane ve çarşı içinde Ayia Efimia Rum Ortodoks Kilisesi’nin baktığı meydanın orada bir tane olmak üzere dört lokantası var Pehlivan’ın. Bunlardan Söğütlüçeşme Camii tarafından çıkarken karşılaşacağınız ilk lokanta geç saatlere kadar açık oluyor. Ve yemekleri de geç saate karşın taze. “Kalmış yemekler” değil, anlayacağınız. Sanırım geç saatlerde yemek için tercih edilecek en iyi yerlerden biri olarak sayılabilir. O saatlerde, orada, gececi taksicileri, zil çalan karınlarını susturmak için arabasıyla turlayıp lokanta arayanları, ufaktan bir şeyler atıştırıp çay içme faslını uzatanları fazlaca görmek mümkün.

"Köfteleri görünce ağzınız sulandı, farkındayız, korkmadan buyurun, yeyin, yemekler ucuz" minvalinde, Pehlivan lokantalarında fiyatları her yana yazmışlar. İyi de yapmışlar.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Dört mevsim menemen yerim diyenlere Şimşek Büfe

İlk olarak bu yaz sıcağında ne menemeni diye merak etmiş olabileceğiniz düşüncesiyle, ikinci yazım için neden meşhur menemenci Şimşek Büfe’yi seçtiğimi açıklamak istiyorum.

Yemek ile ilgili yazılar, ilkbahar aylarında başlayıp yaz aylarına doğru gittikçe artarak; hafif yemek tarifleri, kalorisi düşük yemekler, plaj vücudu yapmak için yenmesi gerekenler gibi bir şekle bürünürler. Bu blog, ucuz ve güzel yemeğin Kadıköy’de nerede yenebileceğini insanlarla paylaşmayı hedeflediği için ekmek bandırdığınız takdirde tıka basa karın doyuran menemeni en güzel yaptığını düşündüğüm yeri yazmayı uygun buldum. (Yaz geldi diye soluğu çalışanların sürekli
yolunuzu kestiği ve en az 10 lira para bayılacağınız salatacılar sokağında alacaksanız afiyet olsun!)

Acılı yiyecekseniz, menemeni acı sivri biberle yapmalarını söyleyin. Pul biberle yaptıklarından daha güzel oluyor.

Her zaman, asli olarak tek yemek üzerine yoğunlaşıp (menemenci, kuru fasulyeci, pilavcı) o yemeği de hakkını vererek yapan yerleri çok beğenmişimdir. Meşhur menemenci de ilk açıldığından beri menemenci olarak devam eden, bir ara işi büyütmeyi düşünse de vazgeçip bence bildiği işi yaparak doğru olanı seçen bir yer. Meşhur menemencinin yeri Serasker Caddesi Pavlonya Sokak’ta, 18 metrekarelik küçük bir dükkan. (Dışarıya da istedikleri kadar masa atabiliyorlar.) Bu küçük dükkanda üç kişi (Talip Usta, Cemal Usta ve Umut) çalışıyor olmasına rağmen, Cumartesi ve Pazar sabahları yoğunluk yüzünden zorlandıkları oluyor.

Bunun sebeplerinden biri, menemencinin hafta sonu çarşı iznine çıkan askerlerin arasında da meşhur olması; hatta fotoğrafçılar dükkana askerlere özel kampanyalarını anlatan ilanlarını bırakıyor. Bir diğer sebep de, Kadıköy’de çalışan herhangi biri buradan yemek sipariş ettiğinde menemenin görüntüsüne vurulan bir arkadaşının da görür görmez aynısından istemesi. Hatta bir keresinde siparişleri götüren Umut’un Taraf gazetesi çalışanları tarafından üst üste 3 kez yemek istendiği için yollarda mekik dokuduğuna şahit olmuştum. Buranın müdavimleri sadece askerler ve etrafta çalışanlar değil, dershane öğrencileri, tiyatro oyuncuları, bir kere menemeni tadıp tadını unutamayanlar... Talip Usta, askerken hafta sonları gelenlerin memleketlerine döndükten sonra da Fener maçı için Kadıköy’e her gelişlerinde menemen yemeden geçmediklerini anlatıyor.

Cemal Usta keyifle menemen yapıyor.

Gelelim menemene... Geçen sefer yaptığım gibi bu sefer de yazmadan önce meşhur menemenciye uğradım. Hafta içi gittiğim için yoğunluk yoktu, sadece Umut gelen siparişleri götürüyordu. Bir porsiyon karışık menemen istedim. İlk başta menemenin servisinden bahsetmek istiyorum. Sırf estetik gözüksün diye sıcak menemeni soğuk tabağa koyup getiren yerleri asla sevmediğim için, meşhur menemencide küçük tavada menemenin önüme koyuluyor olması baştan yemeği keyifli kılıyor. Acılı mı acısız mı sorusuna cevabınıza göre hazırlanan menemen (ki acılı yiyecekseniz, acı sivri biberle yaptırmanızı tavsiye ederim), tat olarak şahane. Sizi bilmem ama kaşarlı ya da karışık istediyseniz menemeni yerken kaşarın çatalınızla beraber uzadığını görmek bence gayet hoş bir görüntü.

Fiyatları 3,5 ile 5 lira arası değişen menemen sade, sucuklu, kaşarlı, kavurmalı ve karışık olabiliyor, eğer yanına patates isterseniz onun da çok yakıştığını söyleyebilirim. Hafta sonu sabahları giderseniz, dükkanın ağırlıkla askerler nedeniyle dolu olabileceğini göz önünde bulundurun. Bu yüzden küçük bir ihtimal de olsa Talip Usta, Cemal Usta ve Umut üçlüsünün bütün gayretlerine rağmen hafta sonu sabahları dışarıdaki masalarda yer bulamama ve patates kızartması isterseniz hafta içi günler yediğiniz kadar iyi kızarmış olmama ihtimaline karşı hazırlıklı olun.

18 Haziran 2009 Perşembe

Kuru... Sadece kuru... Meşhur Hasanpaşa 'Kurufasülyecisi'

Daha yeni yedim, geldim, oturdum, yazıyorum. Sıcak sıcak. Lokantaların isimlerine “meşhur” gibi sıfatlar eklemelerinden hazzetmem. Bana hem eski otobüs firmaları arasındaki “hakiki, öz” benzeri sıfatlarla yapılan kayıkçı kavgasını andırır hem de böyle sallama “gelin burada yiyin, bizde yiyen binlerce insan yanılıyor olamaz” üslubu beni iter.

Ama bu seferki beni lokantaya oturttu. Meşhur Hasanpaşa Kurufasülyecisi, o uzun Uzunçayır Caddesi üstünde, caddeye Söğütlüçeşme tarafından girdiğinizde İETT garajına gelmeden hemen önce görebileceğiniz bir mütevazı lokanta. Kadim esnaf lokantaları gibi “dar vitrin cephesi, uzunlamasına içeri doğru giden mekan” tarzında değil, aydınlık, altı masası bulunan küçük bir yer. “Kadim esnaf lokantası” dedim de, bilen bilir, Kadıköy’de Yanyalı Fehmi ve Çiya kadar olmasa da bilinen bir yer olan Güler Osmanlı Mutfağı’nın iki-üç bina yanında yer alıyor, bu esnaf lokantası görünümlü elit restoran üstünden de tarif etmiş olayım.

Kameraya yandan yandan kesik atan arkadaş ve diğerleri servisleri hazırlıyor, karenin solundaki ağır abi patron ise misafiriyle sohbette.

Kendi özgün ve hoş imlasıyla kurufasülyecimiz, sahiden bir kuru fasulyeci. Mesela bugün gittiğimde kuru dışında sadece tas kebabı vardı menüde. Temel menü, kuru fasulye ve pilav. Yanına cacık ya da salata alabiliyorsunuz. O kadar. Ben de kuru söyledim tabii. İlk bakışta “Mutfağı burası” dedirtecek bir izlenim veren tezgah arkasından hemen bir kuru, bir pilav, bir de cacık geldi önüme. Kuru fasulye düğününün kamberi de soğandır ya, bir dilim soğanla biber turşusu da bir tabakta hemen geliyor. Bunu çok sevdim.

Ben suyu çok kıvamlı olmayan ve rengi salça yüzünden iyice kırmızıya kesmemiş şekilde severim kuru fasulyeyi ve buranın kurusu da aynen öyle. İçinde ayıp olmasın minvalinde, temsilî miktarda et var. Tadı da güzel. Ancak benim önüme ılık bir fasulye geldi. Ha, önceki yazılarda genelde sonda söylediğim fiyat konusunu burada söyleyeyim: Kuru 4 lira. Pahalı. Mekan da, öyle otantik yemek mekanları olur ya, otururken yemeğin önünüze muhtemelen cafcaflı bir şekilde servis edileceğini ve bolca para bayılacağınızı bilirsiniz, işte öyle bir yer değil de alelade bir esnaf lokantası olduğu için, 4 lira gerçekten fazla. Ama adamlar 4 lira alınca sizin de kuruya bakışınız değişiyor, bu yemeğin sırrı nerede diye bir kaşık daha alıyorsunuz, ama maalesef öyle bir sır yok! Herhalde “dükkanı sırf kuruyla döndürüyoruz, kirası var, faturası var” demişler, kuruya fiyatı basmışlar. Fakat, bu paraya bu kuru? Cık, yaş iş. Güzel bir kuru, kötü fiyattan kaybediyor.

ÖnceSonra
Fasulyeyi güzel yapıyorlar, görüldüğü gibi bulaşığa bile gerek bıraktırmayacak şekilde yiyorsunuz. Bir de porsiyonu 4 lira olmasaydı!..

Pilavı 2,5 lira, güzelce bir pilav. İsterseniz az da söyleyebiliyorsunuz. Cacığı da 2,5 lira. Sarımsağı biraz daha fazla, üstündeki yağın da tadı daha belirgin olsa (örneğin sızma zeytinyağı olsa) daha hoş olurdu, ama kıvamlı olması güzel. Yine de tüm bunlara toplam 9 lira vereceğiniz için, kurufasülyecimizden içiniz buruk ayrılıyorsunuz. Cebiniz boş da ayrılabilirsiniz!

Hatta bu yazıyı, oldu da denk geldiniz, orada zaten yedikten sonra okuyorsanız, lokantaya ilk oturduğunuzda kuru fasulyenin pahalı olduğunu sezdiğinizi geçiriyor olabilirsiniz içinizden. Ben ilk gittiğimde cebimde sadece 6 lira vardı, sırf kuru söyledim, pilav yemedim; iyi ki de öyle yapmışım, ayaküstü rezil olacaktım. Oysa Kadıköy’deki herhangi bir esnaf lokantasına girdiğinizde bu paraya rahatlıkla kuru artı pilav yersiniz.


Uzunçayır Caddesi benim açımdan öyle yolumun üstü bir yer değil. O nedenle meşhur kurufasülyecimizin ne kadar zamandır orada olduğunu ve fiyatlarının sonradan artıp artmadığını bilemiyorum. Ama adliyenin bir kısmının o bölgeye taşınmış olması, Salı Pazarı’na gitmeye alışık hanım ablalarımızın artık bu bölgeden geçiyor olması ve cadde üzerine şu butik üniversitelerden açılıp da cicili bicili öğrencilerin güzergahına yerleşmesi fiyatları etkilemiş olabilir. Emin değilim tabii, yalan olmasın. Lokantaya gelenler arasında, bölge esnafı dışında, adliyeye, hastaneye işi düşenlerin ve Salı Pazarı’na ekonomik gerekçelerle değil de dışarı çıkıp hava almak için gidenlerin olması bende bu izlenimi uyandırdı.

Canınız özellikle kuru çektiğinde, cebiniz de o gün uygunsa, kurufasülyecimize uğrayın. Fasulyenin sıcak olup olmadığını sorarsanız oturmadan önce, memnun kalırsınız bence. Kuru, pilav, cacık ve tabiri caizse kuver (ama ikram cinsinden) diyebileceğimiz soğan ve minik acı biberlerle güzel bir kuru sofrasından tok ve memnun kalkarsınız. Lokantanın temiz bir yer olduğunu da mutlaka belirteyim. Bu konuda insanın içini rahat hissettirecek bir lokanta.

16 Haziran 2009 Salı

Halil Lahmacun olsun ama limonsuz olsun

Hafiften bir efsane haline gelmiş bir yer hakkında yazmak çok da kolay bir şey değil. Kadıköy Çarşı içindeki Halil Lahmacun da sahiden ufak çaplı bir efsanedir. Böyle olmasının iki nedeni olsa gerek: Birincisi, lahmacunu kendine lahmacuncu diyen pek çok yerden farklı ve her bir lahmacununda aynı istikrarı gösteriyor. İkincisi de, “Bir hayli ünlü olduk, işler de iyi, şurayı büyütüp kebap işine de girelim” müteşebbis ruhuna tenezzül etmeyip yıllardır ısrarla aynı küçük yerindeki aynı fırınında lahmacun ve peynirli pidesini yapıyor.

Halil Lahmacun, tarihî diye tanımlanacak kadar eski bir yer değil, 1980’de açmış kepenkleri, ama bu arada fazlasıyla meşhur oldu. Benim bildiğim, sadece Kadıköy’de değil, iki yakasıyla da tüm İstanbul’da tanınan bir yer. Kadıköy’e arada bir iş güç için yolu düşen karşı yaka insanları da bilir ve ziyaret ederler Halil Lahmacun’u.

Az soğanlı, yağsız etli ve az maydanozlu çıtır çıtır lahmacun Halil'in alametifarikası

Küçük mekan ve sadece lahmacun ile peynirli pide pişen fırın, ilk başta “lahmacun fırını” olarak kurulup, mekana masa-sandalye atma işine sonradan girildiği gibi bir izlenim veriyor. (Bir ara not düşeyim: Özel isteyince yumurtalı kıymalı pide de yapıyorlarmış diye duydum, ama ben hiç yemedim, yiyeni de görmedim. Nasıldır bilmem, o yüzden.) İki katlı mekanın giriş katında fırın ve duvarla ön cephedeki pencereye monte rafların önüne dizili üç-beş tabure var sadece. Üst katta da altı masa. Havalar ısındığında da dükkan önüne iki-üç masa atıyorlar.

Halil Lahmacun’un lahmacununu farklı kılan nedir? Harcında soğan azdır, eti yağsızdır ve harcı yeşilimsi bir renk alıncaya dek maydanozla doldurulmaz. Ve elbette, lahmacun fırından çıtır çıtır çıkar.

Halbuki diğer pek çok lahmacuncuda, sanki ıslatılmış gibi yumuşak olan bir hamurun üstüne sürülmüş “soğan-maydanoz-yağ” kıymasını lahmacun diye yersiniz. Dürümü elinizde dik tutmanız imkânsızdır, çünkü sürekli sarkıp durur. Yedikten sonra ağzınızda donmuş yağ tortusu kalır. Kısacası, bunları lahmacun diye yemek için gözlerinizi kapamanız, hızla mideye indirmeniz, sonra da midenizi rahatlatacak bir şeyler içmeniz gerekir. Eti zaten kötü olanları hiç saymıyorum bile.


İşte Halil Lahmacun, Kadıköylülerin bu talihsiz lahmacun kaderini değiştirdiği için farklıdır. (Tamam, biraz abartılı bir cümle oldu, ama lahmacunun farkı başka nasıl anlatılır ki?) Ama tabii, adamların etkisi sınırlı, hâlâ Borsam ve Hacıoğlu gibi “lahmacun zincirleri”nin masalarında oturup da o lahmacunumsu şeyi yiyen insanları görünce bunu anlıyorsunuz.

"Lahmacun şirketi zincirleri" Hacıoğlu ve Borsam. Hacıoğlu'nun "lahmacunumsu" yiyeceği 1,45 lira. Tezgahında da bir McDonald's havası var ki, dersiniz "Turkish pizza" hut! Ucuza çalışan gençlerin tepesinde fast-food şirketleri tarzında bir demir yumruk var. Oraya giderseniz, mutfağı görmek isteyin, kesin yemezsiniz! Borsam'ın lahmacunu da, Halil'den yedikten sonra ancak "lahmacunumsu" diye tanımlanabilir.

Halil Lahmacun’un peynirli pidesi de çok güzeldir. Yani öyle “N’olcak, peynirli pide işte” deyip geçmeyin, fırsat bulursanız yiyin. Ama söylemek gerekir ki, peynirli pideyi eskiden daha güzel yapıyorlardı. Peyniri mi değiştirdiler, malzemeyi mi azalttılar, tam bilemiyorum, ama bir sorun olduğu kesin.

Halil Lahmacun’un, küçük fırınını ve lahmacun harcını ısrarla koruması, egemen lahmacun kültürüne aynı şekilde kafa tutmaya devam ettiği anlamına gelmiyor ama. Lahmacuna limon sıkma denen şu illeti başımıza kim sardıysa artık, bir-iki neslin lahmacun keyfine limon sıkan şu adamı biri bulup cezalandırmalı. İşte Halil Lahmacun, aslında, lahmacunun limon sıkmadan yendiği gerçeğini ilk gösterenlerden olmasına karşın, mahallenin limon baskısına boyun eğmiştir maalesef! Şöyle ki, Halil’de o çıtır çıtır lahmacun önünüze geldiğinde, keyfinize göre acısını o güzel (ve Halil’e özel) isotla, hafif ekşiliği de sumakla verirsiniz. Daha doğrusu, verirdiniz. Lahmacunun yanına küt diye limon dilimi konmazdı. Hatta eve paket yaptırdığınızda da paketinizin içine bir tutam isotla sumak da konurdu. Ama şimdi, oturun Halil Lahmacun’a, önünüze hemen limonla maydanoz geliyor! Olacak iş değil! Tek tesellim, lahmacun yanına soğan-domates işine girmemiş olmalarıdır, ama gidişat hayırlı değil, bir gün oturduğumda onları da görürsem, ağlayarak uzaklaşırım oradan!

“Sana ne kardeşim, sen limonsuz ye, isteyen de limonlu yesin” demeyin sakın. Bir yerin de bir tarzı olsun, o tarzı kalsın, limonlu isteyen gitsin başka yerde yesin! Bu “renkler ve zevkler tartışılmaz” saçmalığıyla, zevkin de üretilen ve pazarlanan bir şey olduğunun üstünün örtülmesinden sıkıldım. Halil Lahmacun, az yağlı ve az soğanlı lahmacun yapar, özel isotuyla sumağı da o lahmacunun alametifarikasıdır. Yanına limonu koydunuz mu, ömür billah lahmacunun limon sıkılarak yendiğini sanan adam (ki çoğu kişi de öyledir), sumağın suratına bile bakmaz. E, o halde nerede kaldı Halil Lahmacun?

Ustam, elinize sağlık, her şey iyi güzel de (ki eskiden daha güzeldi) bari siz patrona bastırın da lahmacunun yanından şu limonu kaldırsın, Halil'de yine isot ve sumak güzellemesi yapılsın.

Halil’de lahmacunu acılı da söyleyebilirsiniz, benim şahsî keyfim lahmacunun acısız söylenmesi yönünde. Acıyı çok severim, ama acılı harçla fırına atılmış lahmacunda, acıyı veren biberler yanar ve lahmacunun tadı o kadar güzel olmaz. Pişmiş lahmacuna sonradan isotla acı kattığınızda ise daha güzel olur, lahmacunun tadını da, acının tadını da alırsınız.

Halil’in fiyatları son dönemde fazla arttı. Lahmacun 2,25 lira. Peynirli pide de aynı. Yanına içmek için kola 2 TL, şalgam 2 TL, ayran da 1,5 TL. Ayranı kapalı. E, ikiden az lahmacunla da kimse doymayacağına göre, 6 ila 6,75 lira arası ödeyeceğiz demektir. Ha, ortalıkta 1,5 liraya da lahmacun bulur, yersiniz, “Turkish pizza zincirleri”nde de daha ucuza yersiniz, ama o yediğiniz lahmacun mudur, o ayrı! Üç lahmacun yiyecekseniz, tavsiyem, üçüncüyü başta sipariş etmeyin, ikinci lahmacununuza geçerken söyleyin. Çıtır çıtır ve sıcak sıcak yemek için en iyi yoldur. Zaten Halil’de siparişler gayet hızlı geliyor. Ustalar –elleri dert görmesin– çok yoğun bile olsalar, kimseyi çileden çıkartacak kadar çok bekletmiyorlar.

Bir de, aman ha, limon sıkmayın. Paket yaptırdığınızda da isot ve sumağı özellikle isteyin. Ah bir de şu limonu kaldırsalar... Neyse, bunu uzatmayayım, sinirim bozuluyor, lafımı tekrar edeceğim yoksa.

Not: Halil’de kendi ürettikleri biber salçası ile isot da ayrıca satılıyor. Salça 6,5 TL, isot 4,5 TL. Aklınızda olsun...

10 Haziran 2009 Çarşamba

İtirazım var: Marmara Et Lokantası

HUYSUZ GURME YAZILARI - 1

Onur, sağ olsun, yemeye zaten üşenmez de, yazmaya da üşenmemiş, Kadıköy’ün eskilerinden Marmara Et Lokantası’nı afiyetle yazmış. Yazdıklarına katılırım. Ama bazı eksikler gördüm, ben de biraz cadılık yapayım dedim. Merak etme Onur, Marmara’daki şefimiz bu blogu keşfederse, kötü olanı ben yazdım derim!

Benim, naçizane, esnaf lokantalarının iyisini kötüsünü seçmek için iki kriterim vardır. Birincisi yağ, diğeri de salça. Ha, “bu da senin kriterin mi, bunu herkes bilir” derseniz, işte onları anlamak için de iki yemeğe bakarım. Yağ için patlıcanlı yemeklere, salça için de (aslında hepsine bakabilirsiniz ama) kuru fasulyeyle nohuta. Canım nohut çektiğinde Marmara’da yerim, çünkü hem yemeklerine özen gösterdiğini bilirim, hem de nohutu iyi pişer. Ama salçası için o kadar da hayırlı konuşamayacağım. Gerçi, bazı esnaf lokantalarında gözlemleyebileceğiniz “aynı sıcak salçalı suyu, suyu azalmış bütün yemeklere azar azar dökmek” uygulamasına ben Marmara’da hiç denk gelmedim, ki bu iyi bir şey. Ama salçası belki çok yoğun olduğu (nohutun suyu neredeyse kan kırmızısı geliyor), belki de o kadar iyi olmadığı için, yedikten bir müddet sonra midemi yakıyor. Bunun önünü, nohutun yanında bir pilav ve bir cacık yiyerek rahatlıkla alabilirsiniz. Hem, cacığı da gayet güzeldir; az sulu, kıvamlı bir cacık klasiğidir.

Patlıcanlı yemekler ise zor yemeklerdir. Bazen patlıcandan kaynaklı bazen de yemeği yapandan kaynaklı olarak, bir felaketle karşılaşabilirsiniz. Patlıcanlı yemeklerde, eğer güzel yağ kullanmamışsanız, kendisini hemen gösterir. Yağınızın kötülüğünü saklamanız neredeyse imkansız hale gelir. Musakkada, karnıyarıkta, hatta türlüde, yağ adeta yemeğin üstüne çıkar, tabakta kendi bağımsızlığını ilan eder. Yersen. İşte, maalesef, Marmara bu açıdan iç açıcı değildir. Orada karnıyarık da yedim, musakka da, türlü de. Sonra da üç sodayı peş peşe içtiğimi bilirim. Gerçi Onur’a da bir şey diyemem bu yüzden, çünkü nikotin içerdiği için patlıcan yemez. (Evet, garip geliyor belki ama patlıcan gerçekten nikotin içerir.) Benimse nikotinle aram gayet iyi olduğu, hatta yaklaşmakta olan “genişletilmiş sigara yasağı” uygulamasına karşı beraber oturup dertleşecek bir dostluğumuz olduğu için, patlıcanla da böyle bir gerilim yaşamam.

Bir de, pilava, tatlılara ve yazlık yemeklere değinmeli. Bence Marmara’nın pilavından övgüyle bahsetmemek haksızlık olur. Sahiden güzel yapıyorlar. “Pilavcı” diye ortalıkta mantar gibi biten yerler gidip ders almalı. Mutlaka yiyin.

Tatlılardan, Marmara’nın fırın sütlacı zaten ünlü. Oraya sadece sütlaç yemeye gelenleri görmüşlüğüm vardır. Sütlaca çok düşkün değilimdir, ama Marmara’nın sütlacının özellikle bu yaz sıcağında serin serin çok güzel gideceğini söyleyeyim. Uygun fiyatı da cabası. Geriye kaldı kadayıf ile Kemalpaşa tatlısı. Kadayıfı kötü. Gerçekten de sadece bu kelime açıklar. Kuru ve şerbeti üzerinde yama gibi duruyor. Yemenize sebep olabilecek tek şey, kan şekerinizi ucuza dengede tutma isteği olabilir. Memleketin ideolojik takışma performanslarına malzeme olmuş nadide tatlısı Kemalpaşa ise benim favorim değildir pek. Üç kuruşa ahmak kutuplaşmaların yaşandığı memleketimin kutuplarından birinde yer almayı da, hele hele düşkün olmadığım bir tatlı için, istemediğimden yemedim. Yemiş olan yazarsa biz de öğreniriz.

E, yaz geldi, zeytinyağlılarla kızartmalardan bahsetmezsen ayıp olur. Hele, Marmara’nın hem ucuz hem de güzel zeytinyağlı taze fasulyesinden bahsetmek farzdır. Üzerine biraz pul biber serpip afiyetle yiyin. Hemen vitrininin önündeki buzdolabında da yeterince bekleyip soğumuşsa hele, mis mis. Patates, biber, patlıcan ve kabaktan müteşekkil kızartmasını da yoğurdunu koydurup deneyin mutlaka. Yaz geldiğini anlıyorsunuz onu yiyince. (“Biraz önce yağ-patlıcan denklemi kurdun, vurdukça vurdun, şimdi ne diyorsun?!” diye kızsanız, haksız sayılmazsınız. Ama birincisi, patlıcanının oranını az tutuyorlar; ikincisi de, diğer yemeklere nazaran biraz daha pahalı olan kızartmaya özel muamele gösteriyor olabilirler.)

9 Haziran 2009 Salı

Rıhtım Caddesi'nde iyi bir seyyar "lokanta": Şafak

Hava kararıp da saat de geceye doğru yol alınca Rıhtım Caddesi üzerindeki kaldırımlar, bilirsiniz, adeta seyyar lokantaya döner. Yarım ekmek arası karışıkçılar, pilavcılar, mangal tezgahları… Bilhassa gececiler için beslenme caddesi. Bunlardan hangisinde yemek keyfinize göredir, bilmem, ama benim için esas olan mangal tezgahlarıdır. Caddenin Haydarpaşa’ya giden yönünde, Murat Muhallebi’yi hemen geçtiğinizde çıkacağınız kaldırımda tezgah açan Şafak da bunların başında geliyor.

O küçük arabalara onca kuzu şişi, ciğeri ve bilumum sakatatı, köfteyi, bir de üstüne domatesidir, biberidir, yeşilliğidir derken bir dolu malzemeyi nasıl sığıştırıyorlar acaba? Neyse, bu mühendislik harikası dizaynın ayrıntılarını o saatte görmeniz pek mümkün değil tabii. Aynı şey, eğer hijyen takıntılıysanız, bu takıntınızı tatmin etmeniz için de geçerli. Ama, markalı restoranların kapalı kapılar ardındaki mutfaklarında dönen merdiven altı tezgahlarını iyi-kötü biliyor ve ne olduğu belli olmayan “et”in ambalajına marka basılınca dana etine dönüşmediği gibi basit bir bilgiye sahipseniz, üstüne de şöyle biraz dikkatli bir bakışla etin tazeliğini ayırt edebiliyorsanız fazla sorun yaşamazsınız.

Şafak, gece saat 10'a doğru caddeye çıkıyor.

Gelelim bizim Şafak’a… Gece saat 10’a doğru sokak arasından hızlı bir çıkartma yapıp cadde üstüne yerleşen mangal tezgahımızın etleri iştah açıcıdır. Geç saate kadar daha yukarıda, sokak içindeki bir dükkanda etlerini buzdolabında tuttuğu için etleri tazeliğini korur. Bir seferinde, herhalde henüz erken olduğundan olsa gerek, cadde üstüne henüz çıkmamıştı da, sokak arasına daldığımda buldum karnımı doyuracağım tezgahı. Siparişimi verip beklemeye başladım. O arada, benim gibi birkaç kişi daha geldi. Hep beraber etlerin pişmesini beklerken, cadde üstünde zabıta için erketeye yatmış olan keşif kuvvetlerinden gelen bir telefonla, apar topar yola çıktık. Önümüzde mangalında pişmekte olan etlerin dumanıyla lokomotif görüntüsü veren tezgah arabası, arkada biz, 8-10 kişi, ufaktan bir yürüyüşün ardından caddeye çıktık. Siparişimi verdiğim yerle aldığım yer arasında 50 metreden fazla fark vardı.

Benim Şafak’taki favorim ekmek arası yürek. Yürek çok fazla talep edilen bir yiyecek değildir, bilirim, ondan kaynaklı fazla bekleme ihtimali hep vardır, ama Şafak’ın mangal gibi yüreği olan müşterisi bol olduğu için böyle bir sıkıntı yok. En azından ben şimdiye kadar bayatını yemedim.

Şafak’ın en güzel yönü – ki aslında o caddedeki seyyarların hemen hepsinde geçerlidir bu – ekmeğe değil, malzemeye yüklenmesi, bu nedenle de yarım ekmekle tıka basa doymanızdır. Üstüne üstlük gayet de lezzetli bir yemekle. İster benim gibi yürek yiyin, ister şiş ya da başka bir şey, zavallı yarım ekmeğin kaldıramayacağı kadar fazla et doldurulur. Hani şaşaalı vitrinleri olan büfe ve sandviççilerde, sandviç malzemesi ekmeğin dışına taşar da, iki ısırık alınca malzemenin zaten ekmeğin ucuna doğru, dışarı taşacak şekilde yerleştirildiğini görürsünüz ya, burada öyle bir şey yok. Sahiden dolduruyor adamlar, hem de gözünüzün önünde. Üstüne de keyfinize göre, baharat, domates, yeşil biber (ki isterseniz, etinizle birlikte mangala atıyorlar, daha lezzetli oluyor), yeşillik ve soğan. Ha, bir de süs biberi turşusu var, o da acıcıların nimeti.

Köftesi, pek çok böylesi tezgahta görebileceğiniz köftelerden farklı değil. Yani çiğken gördüğünüz köfteyle pişmiş köftenin boyutları yarı yarıya farklı! Tadında da öyle ahım şahım bir şey yok. Ama şişi güzel. Benim orada yeme sebebim olan yüreğin dışında, ciğer ve böbrek de güzel sakatatları arasında.

Tabii, buranın esprisi, güzel olmasından ziyade bol olması üzerine kurulu. Ben ekmeğin içini çıkarttırırım yarım ekmek yediğimde, ona rağmen ekmeğin içi tıklım tıklım dolu oluyor. Bir de tuz attırmam, baharat yeterince karşılıyor tadını zaten. Sağ olsun, yürekçi abimiz de her seferinde “Tansiyon mu abi?” diye sorar. O saatte bu soru, insanın gururunu kıran ve karşılığında açıklama yapma gereği hissettiren bir sorudur. Başlarsın anlatmaya.

Oradaki pek çok tezgah gibi mangalcımızdan karnını doyuranları şu şekilde sıralayabiliriz: Kadıköy’ün içinde bir yerlerde içmiş olup karnını doyurmayı buraya bırakmış olanlar, rakısını yumruk mezesi dışında bir mezeyle içmeye parası olmayıp karın kazınmasını burada geçirenler, müdavim taksiciler, etrafta bolca bulunan otobüs şirketleriyle yola çıkmaya hazırlananlar ve Yeldeğirmeni civarında oturan üniversite öğrencileri. Orada siparişinizi verirken, öğrenciler dışında hemen hepsiyle ayak üstü bir sohbet tutturmanız veya zaten mayalanmış olan sohbete dalmanız mümkün. Öğrenciler daha çok kendi sosyal gettolarının muhabbet üslubuna odaklı olduklarından, genellikle “bir an önce siparişimi alayım da gideyim” tedirginliğinde oluyorlar. Ya da muhabbet etseler bile “Bak, nasıl da halkın arasına karışıp çok sıradan insanlarla sohbet ediyorum” burnu büyüklüğünün kekremsi tadını ağzınıza boca ettiklerinden, pek çekilmez oluyorlar. Yani bu tezgahta öğrenci muhabbetini tavsiye etmem!

Parası mezeye yetmeyen akşamcılar, yolcular, taksiciler, öğrenciler Şafak'ın besledikleri arasında.

Tezgahta kapalı ayran da var. Bende açıkta olduğu için sıcak olacağı gibi bir önyargı olduğundan, oradan almıyorum. Hemen sokağın içerisinde tekeller var, ayrandır, koladır, oradan alabilirsiniz.

Böyle bir yerden yemenin iyi olup olmadığını (geç saatte yiyeceğiniz ve muhtemelen en fazla bir saat içinde yatağınızda olacağınız için) gecenin ilerleyen saatlerinde anlamak mümkün. Gece mide kavrulmasıyla ve “Su! Su!” nidalarıyla uyanıyorsanız, ya ayvayı yediniz, ya da o kadar soğan koydurmayacaktınız! İşte, Şafak’ın iyi yönü, bu tip bir şikayeti fazla yaşamayacak olmanız. Ama ben yine de, ne olur ne olmaz diye, birincisi, ekmeğin içini çıkarttırmanızı, ikincisi (eğer saat çok geçse) soğansız yemenizi ve son olarak da ya kolayla yemenizi ya da sonrasında soda içmenizi tavsiye ederim. Gerisini siz bilirsiniz.

Gelelim bu işin günahına: Yarım ekmekler 3,5 lira, ayran 1 lira. Sokak içinden kola alırsanız, kutusuna 1,25 bayılacaksınız, üstüne de soda içtiniz mi, 50 kuruş da ona ekleyin. Kısacası, 4,5 lirayla 5,25 lira arasında, saati hesaba katarsanız, mis gibi doyarsınız, proteininizi almış olursunuz.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Marmara Et Lokantası


Esnaf olmanın güzel yanı bulunduğunuz çevredeki güzel ve ucuz yemek lokantaları hakkında ister istemez bilginiz oluyor olmasıdır. Üstelik benim gibi yemek yemeyi çok seven, yemek yerken kendinden geçen, yediği yemek hakkında saatlerce muhabbet edebilen biriyseniz, sabah uyanır uyanmaz yiyeceğiniz yemeklerin planını yapmaya başlarsınız. Ben de bu planlar dahilinde ve plansız anlık açlık krizleri-bitmeyen ekonomik krizler sonucu Kadıköy’de bulduğum, az parayla ve güzel yemekle karın doyurulabilecek mekanları kalemim döndüğünce yazacağım.

Sabah kalktığımda en doğal içgüdüm olan açlıkla ve “yazmadan önce bir kere daha yiyeyim ki objektif olayım” gazını da yanıma alarak Marmara Et Lokantası’na gittim. Marmara Et Lokantası, Moda caddesinde, eski As Sineması’nın (ne yazık ki şimdi yerinde pahalı bir kilo verme [verememe] salonu var) yanında. Otuz yıldır hizmet veren Marmara Et Lokantası’nın en büyük özelliği, fiyatlarının çok uygun olup yemeklerinin gayet leziz olması. Zaten bu yüzden hangi gün giderseniz gidin, seyyar satıcıların, piyangocuların, küçük esnafın, gemicilerin, ev yemeği özlemi çeken üniversite öğrencilerinin ve Kadıköy’ü uzun zamandır bilenlerin buluştuğu bir yerde olduğunuzu hissedeceksiniz. Mesela beni Marmara’ya ilk götüren, çocukluğunda Akmar pasajı önünde çok zaman geçirmiş (gençlerin şimdiki modası Reks Sineması’nın önü) bir arkadaşım.

Yemekleri ve fiyatlarının dışında, çalışanlarının müşteri kazanmak için rol yapmadıklarının gözlerinden okunması, Marmara’yı gerçek bir esnaf lokantası kılıyor. Her gittiğimde her garsonun “hoşgeldin” diye içten bir şekilde hitabı ve benim sevdiğimi bilerek bir-iki parça kepek ekmeği ben istemeden getirmeleri, bunun yalnızca küçük bir örneği.

Marmara'nın yemekleri zaten güzel. Taze çıkmış yemeği sıcak sıcak yemek için en iyi saatse, öğlen 12 ile 2 arası.

Bu sabaha dönelim. Gittiğimde saat daha 10 bile olmamasına rağmen yemekler çıkmaya başlamıştı. Yeşil mercimekle ilk görüşte anlaştık ve öncelikle onu istedim. Mercimek gayet güzeldi ve tuz ilavesi ya da benzeri bir uğraşa gerek duymadan afiyetle yedim. Oldum olası fast-foodcuların yağlı, tatsız tuzsuz, simetrik patatesini sevmeyen ben, ev yapımı patates kızartmalarını gördüğümde “Et yemeklerinin yanına koymak için mi yaptınız?” diye sorup da dükkan sahibinden sadece patates de yiyebileceğimin onayını alınca, zevke geldim ve yarım porsiyon da patates istedim. Bu onayı ondan alma sebebim, bir defasında patates için niyetlendiğimde, eşinin‘’Et yemeklerinin yanına koyuyoruz’’ demesine rağmen kendisinin benim patatesle buluşmam yönünde tavır göstermiş olduğunu unutmamam.

Marmara’ya her gelişimde ya da dükkana Marmara’dan her yemek sipariş edişimde olduğu gibi, karnım doydu ve 3 lira vererek ev yemekleri yemiş oldum. (Hemen yanda kilo vermek için günlük 10 lira civarı para veren insanlar için de soğuk su içmeyi unutmadım!)

Marmara’da sebze yemekleri 2,5 ila 3 lira, pilavlar-kuru fasulye-çorbalar-tatlılar 1,5 ila 2 lira, et yemekleri de 3,5 ila 5,5 lira arası; ayrıca her yemeği az porsiyon istemeniz mümkün. Benim size tavsiyem saat 12 ile 2 arasında yemeyi tercih etmeniz, çünkü yeni çıkmış yemeğin keyfi başkadır. Bulgur pilavı, mercimek, pazı, ıspanak, brokoli, sebzeli ve yufkalı tavuk her yediğimde tekrar mest olduğum başlıca yiyecekler. Otuz yıllık geleneğini bozmazsa Marmara Et Lokantası, fast-food kültüründen sıkılan ve günde bazen bir defa yiyebildiği yemeği ucuza ve güzel bir yerde yemek isteyen Kadıköylüler için vazgeçilmez olmaya devam edecek.